24 Temmuz 2012 Salı

İKİ DÜNYA KARDEŞLERİ



“Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” Nur Suresi, Ayet:69.


Dört kitap ve kılıçlar!

Tevrat, Zebur ve İncil’i içinde toplamış,

Hafız Osman hatlı.

Kuran’ın bir sayfasında, üstte,

Surelere adını vermiştir kimi!

Kulluk ne büyük devlet

Özel insan isimleri!

Nuh, İbrahim, Musa, Davut, Süleyman ve İsa.

Hatemü’l Enbiya Muhammet Mustafa!

Selam olsun sizlere..

Mushaf’ta yaşarlar.

Adlarıyla çağırırız birbirimizi

Bir çiçek deseninde, ayet numaraları.

Güneştir, alemlere!

Diri gönül toplar.

Öpülesi, ellerine,
Kesintisiz, bir büyük akın!

Parmaklarından ırmak dökülür,

Akan kanımıza yoldaş!

Bedenleri, birer kırmızı kalem!

Şehadet kelimesi, düşürmüşler,

El yazısıyla çağlara.

Dolunay hocaları!

Öteden seslerle,

İçten tutup,

Çamurdan keser ayakları.

Keser, başı topraktan, gözü, kulağı!

Miraca yol verirler!

Sevgi dalgıçları!

İki dünya kardeşlerimiz!

ORUÇ AYDINLIĞI




Güneş, deniz, toprak ve yağmur,

İnsanda bulur, anlamını ve ufkunu!

Şerefine gönderilmiştir,

Kitap, peygamber ve çocuk.

İşte rahmet!

Portakal gibi bir hava,

Çizgiler çek, diyor,

Kabukta, İmsak’tan İftar’a!

Ramazanı aç, dilim dilim.

Başla, diyor, doyurmaya kalbi!

Yeniden yaşa!

Kalpler, ağır adımlarla, dokuz ay yaya.

Hızlı, Recep’ten Şaban’a.

Ve Ramazan koşusu, başlıyor!

Kasıl! Gevşe!

Ve ürper! Ve huşu!

Ve ipe dizilir, göğüsler!

Kitap, peygamber ve çocuk!

Başını kaldırıp bakan, yeşil gözlü,

Cennete doğru büyüyen bir tohum!

Açıp çınar dalları kollarını,

Yapraklarını kulluk sonsuzluğuna titreten!

Kur’an’dan yayılan oruç aydınlığı!

Sesimin budakları!

Yavrularıyla oynaşan tüm Cumalarda, anaç merhamet!

Bağışlanma. Ve umut. Ve bayram günleri..

‘Kalp Koşusu Madalyaları’ topluyoruz, her yıl!

Güneş, deniz toprak ve yağmur!

Portakal gibi bir hava,

Başla diyor, doyurmaya kalbi.

Yeniden yaşa!

Bir kaybedilmiş ömürde,

Bin aydan hayırlı kaç gece vardır?

Yüreğini indiriyor, gökyüzü,

Başı üstüne, yeryüzünün!

Oysa, en son varıyorum hep, bitiş çizgisine.

Rahmetinin kapılarını, kapatma!

Kızarmış yüzüme!

12 Temmuz 2012 Perşembe

Yedi Güzel Adam şiirinin kaynağı hangi hadis?

Mustafa Yürekli, Cahit Zarifoğlu’yla bir anısını ve “Yedi Güzel Adam” şirininin esin kaynağı olan Hadis-i Şerif’i açıklıyor..

Rahmetli Cahit Zarifoğlu’yla 1979 Temmuz’unda Ankara - Kızılay’daki Akabe Kitabevi’nde gerçekleştirdiğim bir görüşme vardır ki unutamam..

O zamanlar Adana’dan gelmiş, 18 yaşında, lise öğrencisi bir gençtim. Mektuplarında tanışmamızı istediği, o vakit Orman İşletmeleri Çukurova Bölge Müdürü Said Zarifoğlu’nun selamını getirmiştim. Ziyaretlerimde Said Ağabey’in bana gösterdiği ilgiyi anlattım, kültür/sanat sohbetlerimizi.. Çok mutlu olmuştu.

O görüşmede, Cahit Zarifoğlu’yla şiir üzerine de sohbet etmiştik. “Yedi Güzel Adam” isimli şiir kitabını yeni bitirmiştim; kitaba adını veren, beş bölümden oluşan uzun ve lirik şiirden çok etkilenmiştim.

“Sen melek uyarmalarıyla Uyarılan erkek Bu gece bir şehvet azarladın Hayvan kovdun Yatağını yüceltenlerden oldun Şimdi ev gebedir”

HADİS’TEN ŞİİR ÇIKARMAK

Şiir, “Yedi Güzel Adam” ismiyle meşhur bir Hadis-i Şerif’ten yola çıkılarak yazılmıştı sanki.. Bu izlenimimi paylaştım onunla. Cahit Zarifoğlu bana o Hadis-i Şerif’i bilip bilmediğimi sordu. “Biliyorum efendim!” deyince, gözleri parladı, çok sevindi..

Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayet edilen sözkonusu hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyordu: "Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teala, yedi insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır: 1.Adil devlet başkanı. 2. Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde yetişen, takva sahibi genç.. 3. Kalbi mescitlere bağlı Müslüman.. 4. Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan, İslam kardeşliğini yaşayanlar.. 5. Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine "Ben Allah'tan korkarım" diye yaklaşmayan yiğit.. 6. Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse, 7. Tenhada Allah'ı anıp göz yaşı döken kişi." (Buhari, Ezan 36, Zekat 16, Rikak 24, Hudüd 19; Müslim, Zekat 91. )

“Melekler kırmızı yanar Kalbe tutuşan her şey kırmızıdır Hele kalp hazırsa “kentten” bir er kalkar - Onun eri Kollar semayı deryayı korkularından Yoksa aşk hemen kaçmak mıdır dağımıza Söyleyelim ya hay ya huu -Yolları aydınlık kıl yaradan”

Bu hadisi böyle okuyunca, Cahit Zarifoğlu, bana, Allah'ın gölgesinde barınacak, yani ahiretteki sıkıntılardan rahmetiyle koruyacağı insanlar sadece bu yedi sınıftan ibaret olmadığını anlattı. Başka hadislerde önemli niteliklere sahip bazı kişiler de sayılmış.. Bu hadiste yedi kişinin zikredilmiş olması, diğer rivayetlerde ifade edilen bahtiyar yiğitleri bu mutluluktan asla mahrum bırakmayacağını kısaca izah etti bana..

“Bir değişime gibidir azrail- Mezarla uğraşmaz toprağı insan kazar / O yere o ölü insan kalabalığında ansız bir boşluk açılmıştır alın kımıldasın kalp kıvransın Gölden ansız bir tabutluk su alınmış gibi Bütün köy kımıldayacaktır/göl gibi”O sohbetten aklımda kalan bir başka husus da, “Yedi Güzel Adam” şiirinin henüz tamamlanmadığını, beş bölümde kaldığını söylemesiydi.. Hadis-i Şerif’ten çıkarmıştı bu güzel ve artık ünlü olan bu şiirini.. Ayrıca getirdiğim şiirlerime de baktı, değerlendrmelerde bulundu.

“YEDİ GÜZEL ADAM” YAZAR VE ŞAİRLER Mİ?

Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü “Türk Edebiyatında Mavera Hareketi” başlıklı bir program düzenlemiş.. (12 Mayıs Cumartesi 2012, saat 10:00) İlk sayısı Ankara’da, Aralık 1976'da yayınlanan aylık edebiyat dergisi Mavera’nın 14 yıllık tarihi “Dergide, edebiyat ve medeniyet arasında sürekli bir ilgi kurulmaya çalışıldı ve bu doğrultudaki düşüncenin gelişmesi için yazılar yayımlandı. Mavera dergisi, 163 sayı (14 cilt) yayınlandıktan sonra 1990'da kapandı.” şeklinde anlatılmış duyuru metninde. Kurucu kadroda bulunan şair ve yazarların, daha önce Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat gibi dergilerde yazdıkları da vurgulanan duyuru metninde, "Yedi Güzel Adam" diye Cahit Zorifoğlu'nun bir şiir kitabına ad olacaklardı.” ifadesine yer verilmiş. Bu yedi güzel adamın, Erdem Bayazıt, Ersin Gürdoğan, Mehmet Akif İnan, Alaeddin Özdenören, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve Hasan Seyithanoğlu’dan oluştuğu belirtilmiş.

Son yıllarda Mavera’nın kurucu kadrosunda bulunan sözkonusu yedi kişiyi Yedi Güzel Adam’da Cahit Zarifoğlu’nun şiirleştirdiği pek çok defa ve sıklıkla dile getirilmektedir. Bu bilgi doğru mudur? Üniversite çevrelerinde, Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı’nın etkinliğine ilişkin duyuruda da yinelendiğini görünce, aklıma gelen bazı soruları burada okuyucularımla paylaşmak istedim..

Yedi Güzel Adam şiirinin öznelerinin şair ve yazarlar olmadığı apaçık ortada.. Kitapta yer alan diğer şiirleri de taradığımda, Mavera’nın kurucularının anlatıldığı bir tek dize bile bulamadım, şaşırdım. Yanılıyor olabilirim elbette.. Mavera kadrosundan Ersin Gürdoğan ve Rasim Özdenören bu konuya bir açıklık getirirse, çok iyi olur..

Cahit Zarifoğlu’nun şiir kitaplarının yayın sırası, İşaret Çocukları (1967) Yedi Güzel Adam (1973), Menziller (1977), Korku ve Yakarış (1986) şeklindedir. Dolayısıyla Cahit Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam’daki şiirleri, Mavera’dan yıllar önce Edebiyat dergisinde yayınlamış ve kitap da Edebiyat Dergisi Yayınları arasında 1973 yılında çıkmıştır.. Araştırılınca, Menziller’deki kimi şiirlerin bile Edebiyat’ta yayınlandığı görülecektir.. Dolayısıyla Yedi Güzel Adam’ın yayınlanışından üç yıl sonra Edebiyat’tan ayrılıp Mavera’yı çıkaracak olan kurucu kadronun, kitaba ad olması, hele hele şiirin özneleri olması kronolojik olarak izah gerektiren bir konu olarak durmaktadır..

Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün düzenlediği "Türk Edebiyatında Mavera Hareketi" başlıklı programına, konuşmacı olarak Rasim Özdenören, Ersin Nazif Gürdoğan, Şaban Abak, Mehmet Atilla Maraş ve Mustafa Özçelik katılacak..
Yedi Güzel Adam’daki Mavera kadrosuna ilişkin dizelerin de açıklanacağını umuyor, katılımcılara başarılar diliyorum. Bu hayırlı hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyorum.

ERBAKAN 28 ŞUBAT’TA “BAŞKAN” FİLMİNİ NİÇİN İZLETTİ








Benim kuşağım Milli Nizam Partisi’ni kitaplardan okuyarak öğrendi. Benim kuşağım, Prof.Dr. Necmettin Erbakan’la daha çok Refah Partisi döneminde temasa geçti.  Tanıklık ettiğimiz MSP dönemi siyasetinde Erbakan Hoca sanayileşmeyi ülke gündemine taşıdı, şeker fabrikalarını kurdu, Et ve Balık Kurumları’nı açtı. Erbakan Hoca Kıbrıs mücahidi ve gazisiydi; harekat onun inanç, cesaret ve gayretiyle kotarıldı. Erbakan’ın en büyük ideali, savunma sanayini kurup Türkiye’yi dünyada etkili bir ülke haline getirmekti.

Erbakan Hoca, 28 Haziran 1996 ile 30 Haziran 1997 tarihleri arasında, Türkiye Cumhuriyeti 54. Hükümeti’nin Başbakanı’ydı: Milli Görüş Hareketi'nin tarihindeki en büyük siyasi başarıyı elde ettiği 1995 seçimlerinde Refah Partisi, aldığı yüzde 21.37 oy oranı ve kazandığı 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi (ANAP) arasında kurulan kısa ömürlü koalisyon hükümetinin istifasından sonra DYP ile kurduğu REFAHYOL hükümetinde, 28 Haziran 1996'da Başbakan olarak göreve başladı. Refah Partisi lideri olduğu dönemde, REFAHYOL hükümeti Başbakanı olarak devleti denk bütçeyle yönetmeyi gündeme getirdi, havuz sistemini ve D8 topluluğunu kurdu. 28 Şubat post-modern darbesi ile Erbakan istifa etmeye zorlansa da bu teşebbüs ilk etapta başarıya ulaşamadı. (Koalisyon, 30 Haziran 1997'ye kadar devam etti.)

Erbakan, başbakanlık görevini Tansu Çiller'e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997'de Cumhurbaşkanı Demirel'e istifasını sundu. 30 Haziran 1997'de 54. hükümet ve Erbakan’ın Başbakanlığı son buldu. Demirel, yeni hükümeti kurma görevini, mecliste çoğunluğa sahip Doğru Yol Partisi'nin genel başkanı Tansu Çiller'e değil, Mesut Yılmaz'a verdi. 55. Hükûmet (ANASOL-D) Mesut Yılmaz'ın liderliğinde Anavatan Partisi, Demokratik Sol Parti, Demokrat Türkiye Partisi koalisyonu ile kurulmuştu. Demirel’in görevini kötüye kullanması, darbecileri hedefine ulaştırdı ve 28 Şubat müdahalesi siyasi tarihimize geçmiş oldu.


Böylece 28 Şubat müdahalesi, Çankaya’daki ömrünü bir dönem daha uzatmak isteyen Demirel’in oyunuyla REFAHYOLhükümetinin yıkılması, Refah Partisi’nin kapatılması ve Erbakan’a 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesiyle sonuçlandı.


“GÜÇLÜ SANAT BÜYÜK MİLLETLERDE OLUR.”


Erbakan Hoca’yla Refah Partisi (1987 1998) döneminde birkaç kez görüştüm. Mavera Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm 1988 yılında Bahri Zengin’le biri Ankara, diğeri Altınoluk’a olmak üzere iki kez ziyaretine gitmiştik.


Altınoluk ziyaretinde sohbetimiz, kültür sanat konularını kapsayacak kadar uzamıştı. Erbakan’ın divan edebiyatına, tasavvuf edebiyatına vukufiyetini görünce, şaşırmıştım. İslam şiiriyle ilgileniyordu: Mehmet Akif’i çok seviyordu. Necip Fazıl’ı beğeniyordu. Çağdaş Türk şiirini, Sezai Karakoç üzerinden tanıyordu. “Cahit, son zamanlarında güzel şiirler yazdı. Şiirin mimarı ve mühendisi olduğunu gösterdi. Şiirlerindeki buluşlar çok hoş.” dedi. Cahit Zarifoğlu’nun vefatının üzerinden henüz bir yıl geçmişti; sevdiği, genç yaşta ölümüne üzüldüğü belliydi. Afganistan cihadıyla yazılmaya başlanan ve “Korku ve Yakarış”ta yer alan şiirlerinden övgüyle söz etti.

Sanatın ve edebiyatın ülkemizde yeterince gelişmeyişini, devletimizin dünya sistemindeki yerine bağlıyor, büyük millet olmadan sanatta gerekli patlamayı yapamayacağımızı anlatıyordu. Büyük sanatçıların Osmanlı’nın sanat ve edebiyatta zirvede olduğu dönemde, 1453 -1700 yılları arasında yetişmiş olmasına dikkat etmemi söyledi.

Türkiye’deki İslami harekete kültür, sanat ve edebiyattan ciddi, köklü, etkili ve evrensel bir başarıyla kalıcı bir desteğin gelmediğini anlattı bana. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve birkaç şairle sınırlı kaldığını, beklenen gelişmeyi gösteremediğini söyledi. Güçlü sanatın, iyi bir eğitimin üstünde yükseleceğini ve bu yüzden siyaseti öncelemek gerektiğini anlattı. Bu sohbetin hatırası, kulağıma küpe yaptığım “Güçlü sanat, büyük milletlerde olur.” vecizesiydi.


“SİYASAL SİNAMA GELİŞTİİRİLMELİ.”


Yörünge Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm 1998 yılında İstanbul’da bir kez görüştük. Bu görüşmemizde “Le President” (Başkan, 1961) filmini benim bulup gönderdiğimi söyledim. “Biliyorum! Selamını aldım..” dedi.


“Merak ediyorum, bu filmi daha önce izlediniz mi? Nereden haberiniz oldu?” diye sordum. 1961’de Adnan Menderes’in asıldığı yıl, Türkiye’de gösterime girmediğini, darbecilerin bu filmin gösterimini yasakladığını anlattı bana. Yahudilerin ve Masonların dünya çapında “Le President” filminin gösterimini engellemek için çalışmalar yaptığını ve 1956-1963 arasında, Türkiye’nin ilk yerli motorunu, Gümüş Motor'u üretme çalışmaları sırasında yurt dışında, büyük ihtimalle Almanya’da ilk kez seyretmiş olabileceğini söyledi.


En son, 2004’te Tv5’in kuruluş çalışmalarında görüşmüştük. Televizyon ve sinema üzerine kısa bir sohbet etme fırsatı yakalamıştım. Sinemanın etkili bir sanat olduğunu, mesajın kitlelere ulaştırılmasında sinemaya ve televizyona önem vermek gerektiğinden bahsetti.


Küçük bütçelerle de bu işlerin yapılabileceğini, sinemayla ilgilenenlerin samimi, ciddi ve disiplinli çaba göstermeleri gerektiğini ve bunun cihat olduğunu anlattı. Tarihi film çekmenin büyük bütçe gerektirdiğini, ama güncel siyasi olaylardan hareket ederek yazılacak senaryolarla siyasal sinemanın küçük bütçelerle çekilebileceğini düşünüyordu.


Dünya sinemasından haberdar olduğunu fark etmiş, hayretle dinlemiştim; ülke sinemalarından, akımlardan ve yönetmenlerden bahsediyor, filmlerin isimlerini vererek örnek gösteriyordu.

Emperyalist güçlerin, siyasal sinemanın dünyada gelişmesini engellediğini; devletler oyununu, işbirlikçiliği ve sömürü düzenlerini deşifre etmek için siyasal sinemaya büyük yük düştüğünü anlattı. “Ülkemizde siyasal sinemanın gelişmesi gerekir.” dedi.

Erbakan Hoca, büyük kitleleri etkilediğinden televizyon yayıncılığının büyük sorumluluk ve Allah’a hesabını vermenin zor olduğunu anlattı bana. İdealist bir kadronun, profesyonelce ama amatör bir ruhla, disiplinli ve verimli bir çalışmayla, etkili bir haber kanalını yürütebileceğini anlattı bana.


Milli sinemada ciddi bir birikim olmadan, sanatta (edebiyat, tiyatro ve müzik) yeni kadroları yetiştirmeden genel ekran dizaynının hüsranla sonuçlanacağını düşünüyordu. “Mevcut medya düzenine uyumlu yayın politikaları, milletimizi aldatacaktır. Gerçekleri örtmek, oyun ve eğlenceyle insanları uyuşturmak hesabı verilemeyecek bir yayıncılık anlayışıdır.” demişti. İnsanlığın ve milletimizin gerçek meselelerine duyarlı yayıncılığın geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu.


28 ŞUBAT’TA “BAŞKAN” FİLMİNİ İZLEMEK


Hatıralarım arasında Erbakan’ın “Başkan” filmini gündeme getirişi ayrı bir yer tutar..

1997’nin Şubat ayında, Milli Gazete’nin genel yayın yönetmeni Ekrem Kızıltaş beni aradı, Erbakan Hoca’nın bir filmi istediğini söyledi. Sadece “Fransız filmi, ismi Başkan.” dedi. Film şirketlerini dolaştım. Sonunda filmi buldum: Fransız yönetmen Henri Verneuil’in “Le President” (Başkan, 1961) filmiydi bu.

Henri Verneuil, 1920 Tekirdag dogumlu ve gerçek adı, Achod Malakian. 1924 yılında Tekirdağ'dan Marsilya'ya göçen Ermeni bir ailenin çocuğu. 2002'de Fransa’da kalp krizinden öldü. Fransızlar için çoğu unutulmaz 40’a yakın filmi var. Sinema kariyerine kısa filmlerle başladı, 1952'deki ilk uzun metrajlı filmi “La Table Aux Creves” büyük başarı kazandı ve bununla tanındı. “Le Clan Des Siciliens” filmi de dikkat çekmişti. 1992'de 1915 olayları ve sonrasında ailesinin Tekirdağ'dan göçüş macerasını anlattığı Mayrig (Anne) filmini çekti. Erbakan Hoca’nın Ermeni asıllı bir Fransız yönetmene ilgisi, doğrusu beni bir hayli şaşırtmıştı.


Oyuncu kadrosuna baktım, baş rolde ünlü Fransız sinema oyuncusu Jean Gabin vardı, Bernard Blier , Renee Faure ,Henri Crémieux ve Alfred Adam da yardımcı oyunculardı. Fransız sinema oyuncusu, Jean Gabin, (1904 - 1976) İkinci Dünya Savaşı öncesi döneminin en gözde Fransız oyuncusuydu. Savaş yorgunu bir dünyanın ruhunu yansıtan, acılara göğüs germe felsefesinin önde gelen temsilcisi, klasik bir anti-kahramandı. Beyaz perdede daha çok toplum kurbanı olmuş, dışlanmış, yenik insanları ve hayatın mahvettiği, tutunma umudunu yitirmiş, toplum dışı serserileri başarıyla canlandırdı. Bu lümpen ve asi karakterler, tüm yerleşik değerlere karşı geliyorlar, ama iyilerin ve ezilenlerin de yanında yer alıyorlardı. Gabin 1930'larda Fransa'da ortaya çıkan Şiirsel Gerçekçilik sinema akımının önde gelen oyuncularındandı. Sinemadaki en parlak dönemini de iki savaş arasındaki bu yıllarda yaşadı. Birlikte en çok film yaptığı yönetmenlerden biri de, yine Şiirsel Gerçekçilik akımının babası olarak anılan Jean Renoir'dı. 1928 yılında başladığı sinemadan, öldüğü 1976 yılına kadar hiç kopmadı. Yarım asır boyunca 100'e yakın filmde rol aldı. Kalp krizinden öldüğü yıl bile film yapmıştı.


“Başkan” filminin televizyonlar için hazırlanmış kasetini aldım, üç adet VHS kopyasını çıkarttım. Çok merak ettiğimden, o gün oturup filmi seyrettim.


Jean Gabin’in oynadığı “Başkan” filminin konusu şöyle: Bir başbakan, feraset ve faziletiyle, bozuk düzeni, bürokrasinin, siyasetin, iş dünyasının ve medyanın nasıl yozlaştıklarını görüyor. Devlet kurumlarının nasıl kişisel çıkar için kullanıldığını, bunların başındaki bürokratların çıkarları için ne kadar büyük yanlışlar yapabildiğine tanık oluyor. Meclis’teki solcu ve sağcı milletvekillerinin küçük menfaatler karşılığında nasıl birer kukla haline getirildiklerini fark ediyor. Başbakanı olduğu iktidarlar partisi yöneticilerinin ve bakanların hangi kirli ve gizli işlere bulaştıklarını görüyor. Muhalefet partisinin niçin ve ne şekilde sömürü sermayeye uşaklaştıklarını seziyor. Bütün bunlara karşı tek başına siyasi bir mücadeleye girişen Başkan, başbakanlığa hazırlanan, masonların desteklediği ve Yahudi bir muhalif milletvekili olan Şalomon’la mücadele ediyor. Başkan, yakın çevresindekilerin, dava arkadaşlarının, partideki hizmet kadrosu olarak gördüğü kişilerin, omuz omuza mücadele ettiğine inandığı dostlarının dahi, hıyanet merkezleriyle ilişkilerine ve muhalefet partileriyle gizli işbirliğine şahit oluyor ve onların destek kılıflı kösteklerinden kurtulmaya çalışıyor. Dolayısıyla hem marazlı muhalefetle, hem de kendi iki yüzlü maiyetiyle uğraşıp herkesi kendi ayarında idare etmek, böylece olumlu ve onurlu hedeflerine, tek başına ve stratejik manevralarla yürümek zorunda kalıyor.


Sonra biri kendisine, diğeri Erbakan Hoca’ya olmak üzere hazırladığım iki kopyayı Ekrem Kızıltaş’a götürüp verdim. Erbakan Hoca, 2007’nin Şubat ayında, yani 28 Şubat askeri müdahalesinin arafesinde, Refah Partisi’nin Genel İdare Kurulu üyelerini, kimi bakan ve milletvekillerini, teşkilat yetkililerini konutuna davet ediyor. Konuklarına, benim bulup gönderdiğim, 27 Mayıs cuntasının Türkiye’de gösterimini yasakladığı, Fransız Ermeni yönetmen Henri Verneuil’in “Le President” (Başkan, 1961) isimli siyah-beyaz filmini izletiyor.


Filmi bulup gönderdiğim günden beri “Erbakan Hoca 28 Şubat’ta RP yönetimine “Başkan” filmini niçin izletti?” diye kendime soruyorum, Başkan filminde anlatılanlar, 28 Şubat’taki koşulları, çevresindeki insanları ve kendisinin verdiği mücadeleyi anlaşılır kıldığı için olsa gerek. “Erbakan Hoca da hem marazlı muhalefetle, hem de kendi iki yüzlü maiyetiyle uğraşıp herkesi kendi ayarında idare etmek, böylece olumlu ve onurlu hedeflerine, tek başına ve stratejik manevralarla yürümek zorunda kalmıştı.” demekten de kendimi alamıyorum. Erbakan Hoca, o zaman Tansu Çiller'in genel başkanı olduğu DYP’yle koalisyon hükümetinin Başbakanıydı çünkü. 28 Şubat sürecinde Demirel’in müdahalesiyle DYP karpuz gibi ortadan ikiye ayrıldı:


Hüsamettin Cindoruk’un öncülüğünde bir grup milletvekili DYP’den ayrılıp Demokrat Türkiye Partisi'ni kurdu. Demokrat Türkiye Partisi, Mesut Yılmaz başbakanlığındaki koalisyon hükümetine katıldı. Parti 1999 genel seçimlerinde oyların sıfır nokta yüzde elli sekizini aldı ve barajı aşamayarak TBMM dışında kaldı.

SAF İPEK GİBİ - Mustafa Yürekli

Platon, yirmi yaşları civarında Sokrates’le tanışınca, hayatının akışı kökten değişir. Bu tanışmayla birlikte hazırlık aşamalarını tanımladığı tragedyalarını Sokrates’in etkisiyle yakar.. Dialoglarının birinde insan, erkek, Yunanlı ve Sokrates’in çağdaşı olarak Atina yurttaşı olmaktan dolayı tanrılara şükrettiğini yazar.. Özellikle de Sokrates’in çağdaşı olarak Atina’da yaşamış olmak üzerinde durur.

1982 yılı yazında, A.Ü.İslami İlimler Fakültesi’nden sınıf arkadaşım Şeyh Ali Selvi’yle oto stop yaparak İstanbul’a geldim ve yine otostopla Erzurum’a döndüm; bu İstanbul ziyaretindeki amacım, Sezai Karakoç’u ziyaretti. Yine üniversiteden arkadaşım Ali Gümüş’le Fatih’te buluştuk, o gece ona misafir oldum ve ertesi gün de üstadı birlikte ziyaret ettik: Sezai Karakoç’la 1982 Temmuz’unda müşerref oldum. Cağaloğlu’nda, Üretmen Han’daki Diriliş Yayınları’ında kabul buyurdular. Huzura alındığımızda, nefesim kesilecekti. Yüzüne baktım,yüreğim titredi; üstatla müşerref olmaktan, huzurunda bulunmaktan dolayı Hamd u Sena’dan, şükürden sonra, Salavat-ı Şerif’e getirdim..

Beş yıl sonra, evlendiğim yıl, 1987’nin Ekim ayında, Adana’dan İstanbul’a taşındım. Cumhuriyet döneminde, son çeyrek yüzyılı, Sezai Karakoç’un çağdaşı olarak, son hilafet merkezi İstanbul’da yaşamaktan dolayı Allah’a şükrediyorum..

Edebiyatımızda İslami çizgiyi oluşturan, Mehmet Akif ile Eşref Edip’in çıkardığı Sırat-ı Mustakim ve Sebilü’r Reşat dergilerinin devamı olan, Necip Fazıl Kısakürek’in çıkardığı Büyük Doğu’nun, Sezai Karakoç’un çıkardığı Diriliş, Nuri Pakdil’in çıkardığı Edebiyat’ın, dün Mavera ve Yönelişler dergilerinin, bugün Yedi İklim ve Hece dergilerinin çevresinde toplanan şair ve yazarlar arasına katılmaktı hayattaki tek amacım..

Sezai Karakoç’la tanışmamızı, dönüşte Ankara’da Cahit Zarifoğlu’na anlattım; çok heyecanlıydım, hayranlığımı da saklamadım. Cahit Zarifoğlu’na, Necip Fazıl’a sevgisini, ‘bir depo dolusu para olacak, üstada vereceksin ve harcayışını seyredeceksin..’ sözüyle anılarında dile getirişinden ki Yaşamak yeni yayınlanmıştı, Sezai Karakoç’a sevgisi konusunda da, hayranlığını ve minnetini ifade eden dizelerinden bahsettim. Farkında olmamdan dolayı çok mutlu oldu, iki üstadımız hakkında da güzel sözler söyledi.. Üstadı sevmeyi, niye yalan söyleyeyim, Cahit Zarifoğlu’ndan öğrendim ben.

Şiirin doruğu, Sezai Karakoç’tu! Tanıdığım tüm şairler, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Ebubekir Eroğlu, Turan Koç, Arif Ay.. Hepsi şiirin sıradağlarıydı ama doruk Karakoç’tu.
Necip Fazıl, Sezai Karakoç’u ve Nuri Pakdil’i 1950’lerde keşfetmişti. Sezai Karakoç da Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Akif İnan’ı bulup Necip Fazıl’a götürmüştü. Necip Fazıl, Akif İnan’ı severdi, onu özel kalemi, konsolosu gibi görürdü. Ama Cahit Zarifoğlu’nu çok severdi, şiirinin özgünlüğün farkındaydı. Necip Fazıl, Sezai Karakoç’un çevresine toplanan genç yetenekleri kastederek ‘Bizden sonraki nesilden bir siz varsınız’ demişti Cahit Zarifoğlu’na. (Yaşamak, s.172.) Ayrıca Necip Fazıl, Zarifoğlu’nu bizzat evlendirdi; mürşidinin ailesine damat etti onu. Necip Fazıl Cahit Zarifoğlu’na kızı istemek için uçakla ta Van’a kadar gitti: Şiir gibi bir düğün yaptı eliyle. “Şair evlenmesi” denilince, benim aklıma hep Cahit Zarifoğlu’nun düğünü gelir, bir edebiyat olayıdır.

BİR ÜSTADI ANLAMAK

Üstadı sevmenin ne olduğunu tam olarak, Sezai Karakoç’un 25 Mayıs 1983’te Necip Fazıl’ın vefatı üzerine kaleme aldığı ‘Som Mermer Gibi’ yazısını okuduktan sonra anladım. “İnsan, şüphesiz eserindedir. Fakat, eserdeki “ben” brüt bir “ben”dir. Saf “ben”i bulup çıkaracak çok az okuyucu vardır.” diye başlıyordu yazı.. Üstadını anlayan bir avuç talihli arasında olmak, ne büyük bahtiyarlıktı..

Andre Gide’in Oscar Wilde’i bize anlatırken dehasını eserine koyduğundan çok hayatına koyduğunu ifade edişine değinilir sözkonusu yazının başında.. Şairle, yazarla eseri arasındaki ilişki konusunda Gide’in sözünden hareketle, “Eserini dışında alelade olan ya da en azından alelade gözüken yazarlar ve şairler vardır. Eserinde da hayatında da aynı fevkaladeliği gösterenler olduğu gibi. Kimi eserinin altında gözükür. Kimi eserinin üstünde. Kimi eserini aşar, kimisini de eseri.” tespiti yapılır.

Bu zihni hazırlıktan sonra Sezai Karakoç’un “Üstad Necip Fazıl; eseri, sözleri, davranışları ve jestiyle bir bütün olarak düşünülmesi gerekli bir şahsiyetti. Bölünmez parçalanmaz bir bütün Necip Fazıl’ın şairliğini düşünürlüğünden, düşünürlüğünü gazeteciliğinden, gazeteciliğini yaşantısından ayırıp düşünemezdiniz. Bunların arasına bir mesafe koyamazdınız. Süreklice yaşıyordu, şiiri, düşünceyi din ve ahlâk, geçmiş ve gelecek düşüncesini.” cümleleri bir sütun gibi yükseliyor yüreğimizin ortasında..

Necip Fazıl’ı “Necip Fazıl demek, öyle bir kumaş demek idi ki, onda bütün bu saydıklarımdan iplikler birbiriyle içice dokunmuşlar. En soyut bir düşünceden en somut bir eyleme geçiş mümkündü onun diyalektiğinde. Çünkü tümünü tek bir sentez halinde yaşıyordu. Işık gibi. Som mermer gibi.” tespitleriyle, rahmetli üstadın mükemmellik arayışını kemaliyle kavradığını gösteriyordu. Üstad Necip Fazıl’ın şahsiyetinin, değişik perspektiflerden görünüşünü ve tezahürlerini “Bir yaşantı ki, bir anda duyarlılık ağır bastığı için şiir oluyor bir an duruluyor, zekâ patlamalarıyla düşünce alanı gibi açılıyor, bir noktada da eylem, davranış ya da jest olarak gözüküyor.” cümleleriyle dile getiriyordu.. Üstadın bu özelliğinin, ‘toplumumuzda, zamanında ve yeterince anlaşılmamasında’ büyük rol oynadığı da dile getiriliyor sözkonusu yazıda. Necip Fazıl, hayattayken de, vefatından sonra da anlaşılamadı; toplumun her kesimden etkinliği olan kişiler, ‘onu izlemekte, değerlendirmekte ve teşhiste güçlük çekiyorlardı.’

Çekilen anlama güçlüğüün nedeni belliydi oysa: “Onlar istiyordu ki o, kafalarındaki tanıma uygun olarak istedikleri kimse olsun. Oysa, o, bu ölçüleri ve çerçeveleri tanımıyor, mutlaka onları parçalıyor ve dışına taşıyordu. Şair olmasını istedikleri yerde düşünür olarak karşılarına çıkıyordu. Düşünür olarak kalmasını istedikleri yerde bir toplum düzelticisi gibi gözüküyordu. Oysa o, hep aynı kişiydi; yani adıyla sanıyla Necip Fazıl.”

SAF İPEK GİBİ

‘Som Mermer Gibi’ yazısı, Necip Fazıl’ı değerlendirirken aldığım bir uyarı, bir destek oldu hep.. Aynı zamanda bu metin, bir üstadı anlama konusunda, örnek bir çabaydı..

Üstad Sezai Karakoç demek, ‘öyle bir kumaş demek idi ki’ onda bütün bu şairlik, düşünürlük, yazarlık, yayıncılık, devlet adamlığı, dava adamlığı, siyaset ve liderlik gibi özelliklerinden ‘iplikler birbiriyle içice dokunmuşlar.’

‘En soyut bir düşünceden en somut bir eyleme geçiş mümkündü onun diyalektiğinde.’
‘Çünkü tümünü tek bir sentez halinde yaşıyordu. Işık gibi.’ Saf bir ipek gibi..

Bugün de toplumun etkili kişileri istiyorlar ki Sezai Karakoç kafalarındaki tanıma uygun olarak istedikleri kimse olsun. Oysa, Sezai Karakoç bu şablonları, bu ölçüleri ve çerçeveleri tanımıyor.. Mutlaka onları parçalıyor ve dışına taşıyor. Şair olmasını istedikleri yerde düşünür olarak karşılarına çıkıyor. Düşünür olarak kalmasını istedikleri yerde bir toplum düzelticisi olarak, bir siyasi partinin, Yüce Diriliş Partisi’nin Genel Başkanı olarak gözüküyor. Oysa o, hep aynı kişi.. Adıyla sanıyla Sezai Karakoç..

Sezai Karakoç, üstadını iyi anlamış.. Yolunda yürüyor. Sezai Karakoç’a ‘Üstad!’ diyenler onu ne kadar anladılar acaba? Yolunda yürüyebilecekler mi? Onun gibi saf ipek olabilecekler mi?

‘İnönü Amerikancılığı’nın sırrı..

İlk kez 1988 yılında, yağmurlu bir Şubat günü, öğleden sonra, Taksim’de Divan Pastanesi’nde buluşmuş, Attila İlhan’la konuşuyordum. Bu sohbetin, unutulmaz hatıralarımın arasına yerleştiğini fark ettiğimden acele etmiyor, bir yandan tadını çıkarmaya çalışıyor, bir yandan da bilgi ve düşüncelerinden yararlanıyordum.

Karşısına oturunca, saygı, heyecan, merak ve isyanın karışımı bir manevi durumun içine düştüm. Aynı anlayışa mensup değildik; Attila İlhan solcu, ben ise Müslüman bir şairdim. Yaşça büyüktü benden, 15 Haziran 1925 Menemen doğumluydu, ben ondan otuz beş yıl sonra dünyaya gelmiştim. Bu görüşme sırasında, Attila İlhan 63 yaşındaydı, ben daha 27 yaşındaydım, benden tam otuz altı yaş büyüktü. Bu yaş farkı, hayata ve tarihe tanıklık bakımından onun daha birikimli olduğunu ifade ediyordu; konuşmamız da onun bilgi, düşünce ve deneyim birikimini benimle paylaşmasına dönüşmüştü zaten.

Pek çok ortak noktamız vardı konuşacak.. Ortak noktalarımızı liste yapacak olsak, ilk sırayı Adana alırdı; ikimiz de, farklı yıllarda da olsa, Adana’da bulunmuştuk ve Adana’daki yaşadıklarımız, hayatımızda derin iz bırakmıştı. “Attila Bey, ben Adanalıyım.” deyince, gözleri parladı. Çünkü Attila İlhan babasının görevi nedeniyle Adana’ya, Osmaniye’ye kadar gelmişti. Dahası bu ziyaretinde bir de şiir, “Cebbaroğlu Mehemmed” şiirini yazmıştı.

Yazılanlara bakılırsa, Attila Hamdi İlhan son sınıftayken, amcası, kendisinden habersiz, Cebbaroğlu Mehemmed şiirini ‘CHP Şiir Armağanı' yarışmasına gönderdi. Attila İlhan, o genç yaşta, İkinci Dünya Savaş sonunda, 1945’te katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda ikincilik ödülünü, pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı.

Bu yüzden “Cebbaroğlu Mehemmed” şiirinin ödül almasında, dolayısıyla şairliğinin onaylanmasında ve sanat hayatının parlak bir şekilde başlamasında, Adana’nın belli bir yeri vardı. Attila İlhan da Adana’nın, Toros dağlarının, yiğit Çukurova insanın armağan ettiği şiirin, edebiyat/sanat hayatının başlangıcı olduğunun zaten farkındaydı. “Cebbaroğlu Mehemmed” şiiri de beni ona yakınlaştırıyordu.

“başınızdan duman eksilmesin gavurdağları
siz hikayet eylediniz bana
bahçe kazasının kaman köyünden
cebbar oglu mehemmed'in hikayesini”

dizelerinin yer aldığı bu şiir, Milli Mücadele yıllarındaki Adana’yı, Adanalıların Fransızlara karşı verdiği kurutuluş savaşını anlatıyordu. Okurken, doğal olarak aralarında kendimi bulduğum ve iftihar ettiğim “avuçları buğday kokan delikanlılar”ın destanıydı bu şiir.

“yürümüş selamsız sabahsızdestursuz girmiş memleketimeyedi çeşit frenk askeriuğursuz bir hava çökmüşüstüne memleketiminuğursuz ve karanlıkçocuklar gülmemiş artıksessiz sessiz ağlamış analaroduna giderken vurulmuşve yahut harman yerindeavuçları buğday kokan delikanlılar”

Adana yiğitlerinden Cebbaroğlu Mehemmed, şehri işgal eden Fransızlara karşı savaşmak amacıyla yeni yeni oluşan milli güçlere destek vermek için dağa çıkar. Geride bıraktığı eşi, çocukları, belki yaşlı annesi, babası; hiçbir haber alamaz sevdiklerinden. Çatışmalarla geçen günler, ailesine olan özlemini büyütür.. Kim bilir belki de milletimizin ihtişam dönemlerine özlemdir bu. Sonuçta “hasret kuşun kanadında”dır, yapılan dualardadır..

“cebbar oğlu mehemmed
burcu burcu çam kokan bir yaz akşamı
omuz vermiş bir ağaç gölgesine
usul usul türkü söylüyor

- hasret kuşun kanadında
deli kuşlar uçun gayri
yazımız böyle yazılmış
bu diyardan göçün gayri”

Milli Mücadele ruhuyla yazılmış Cebbaroğlu Mehemmed şiiri, Attila İlhan’ın sanat hayatının başlangıcındaki ruh halini de ortaya koyuyordu: İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. Adana’ya da babasının Osmaniye’ye tayini çıkması nedeniyle gelmişti.

İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken, mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı.

Solcu bir gençti, halkının yanında konumlamıştı kendini, nazım hikmet’in şiiri seviyordu ve şiir sevgisinin bedelini cezaevine girerek ödemişti. Dahası sadece okumuyordu şiiri, yazmaya da çalışıyordu. Gençliğin başlangıcında, Milli Mücadele ruhuyla şiir okurluğunu hızlı bir şekilde şairliğe dönüştürecek bu edebiyat uğraşısı, son nefesine dek o ruhu koruyacaktı. Şairin gözünden hiç gitmeyecekti çünkü, şiirin son dizelerinde ifadesini bulan Cebbaroğlu Mehemmed’in şahadet şerbeti içerkenki hali: “demek diz üstü düşmüş mehemmedkirvesi durdu'nun yanıbaşınakanlar akar yarasındanal al olmuş çevresinden”

Attila İlhan’la ikinci ortak noktamız da, Milli Mücadele’ye canlı ilgimizdi. Sohbet, Cebbaroğlu Mehemmed şiiri, Adana derken, kendiliğinden Milli Mücadele’ye gelivermişti. “Ben, Cebbaroğlu Mehemmed’in torunu, Kemal’in oğlu Mustafa’yım..” deyince, Attila İlhan’ın gözleri doldu..
“aynı akşam doğurmuş karısı dönemavi gözlü bir çocuk sarışınbir avuç toprak sarmışlar altınave kemal koymuşlar adını”

MİLLİ MÜCADELE’NİN BAŞLANGICINDA..

Derken uzunca bir tarih sohbeti başladı..

Milli Mücadele yıllarını konuştuk. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde İstanbul’u işgal etmişti. Kimin emperyalizmin ülkemizi işgalini nasıl gördüğünü, sözlerini dile getirerek anımsıyorduk.

Sadrazam İzzet Paşa’nın “Türkiye İngiltere ile dost olmak ve himayesini kazanmak istemektedir.” sözünü, hatırlattım. Yahya Kemal’in “Ah parçalamasalar... Bari İngilizler vatanımızı toptan alsalar...” dediği şartlarda, Ali Kemal’in de “Bizim bu müthiş yangından birşey koparabilmek, hiç olmazsa milli birliğimizi sağlamak için İngiltere’ye dayanmamız, İngiliz mandaterliğini istememiz elzemdir.” dediğini söyledim.

Attila İlhan da Rauf Orbay’ın “Mütarekede ağır hükümler var. Bunlara razı oluşumuzun başlıca nedeni, İngilizlerin durumu kavrayarak milli onurumuzu incitmekten çekineceklerine dair Calthorpe’un centilmence ve askerce verdiği garantidir.” dediğini söyledi.

Sohbet sırasında, notlar alıyorum bir yandan da.. İyi ki de almış, akşam evde sıcağı sıcağına günlüğüme geçmem de iyi olmuş. Tanzimat’la başlayan ve en sonunda Türkiye’yi Sevr’e kadar götüren dönemin önde gelen siyasetçi, asker ve aydınları, tanıklık ettikleri dönemi nasıl öngörmüş ve hangi çözümleri üretmişlerdi? Bu acı veren konuyu konuşmuşuz.

Attila İlhan’a Dr. Rıza Nur’un İngilizlere hitaben söylediği “Yalnız güvenlik istiyoruz. Yalnız barış içinde, yıkık memleketimizi bayındırlaştırmak ve milletimizi eğitmek büyük isteğimizdir. Bunun için bizim size ihtiyacımız var. Sizin de bize başka ihtiyacınız vardır. Biz Rus’a karşı sizin için bir savunma siperi oluruz. Irak’ta para harcayacağınıza, biz size parasız janrdarmalık ederiz. Irak size isyan ederse biz size ordu bile veririz.” sözünü hatırlatmam, hem dönemin aydınlarının psikolojisini iyi yansıttığı içindi, hem de üstadı coşturup biraz konuşturmak içindi. O da belleğini cömertçe döktü sohbete..

Attila İlhan, Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın “İngilizlere ile düşman olmayı hatırımızdan geçirmiyoruz ve sabrediyoruz.” derken, İsmet İnönü Paşa’nın “Anadolu’da yeni bir kahraman yaratmaya çalışmayın.” dediğini söylemiş. Büyük harflerle, Attila İlhan’ın bir tespitini de günlüğe not almışım: “Anadolu’dan milleti peşine takıp gelecek ve emperyalizmi yurdumuzdan kovacak olan Mustafa Kemal Paşa’ya İsmet Paşa başlangıçta karşıydı.”

Ben de Fevzi Çakmak Paşa’nın “Anadolu’da bazı sergerdelerin hareketleri, Osmanlılığın gerçek çıkarlarına aykırıdır... İtilaf devletleri personeline karşı pek çok incelikle ve konukseverlikle davranmakta asla eksiklik gösterilmesin.” dediğini hatırlatmışım. Mütareke şokuyla herkesin iyice sersemlemiş olduğunu konuşmuşuz içimiz yanarak.

Ayrıca Refet Bele Bey’in de “Mandanın bağımsızlığı bozmayacağı kesin iken, bazı arkadaşlarımız ‘bağımsız mı kalacağız, yoksa mandayı mı kabul edeceğiz’ biçiminde birtakım görüşler ileri sürüyorlar... Yirminci yüzyılda beşyüz milyon lira borcu, yıkık bir memleketi, pek sevimli olmıyan bir toprağı ve ancak on, onbeş milyon geliri olan bir millet için bir dış destek olmaksızın yaşantısını sürdürme olanağı yoktur.” dediğini de belirtmiş. Kara Vasıf “Bağımsız yaşamaya mali durumumuz elverişli değildir.” derken, Rauf Orbay Bey de “Paylaşılma tehlikesi karşısında, memleketimize karşı en tarafsız bulunan Amerika’nın yardımını kabul etmek zorundayız.” demiş..

Milli Mücadele’ye liderlik yapan Mustafa Kemal Paşa da o günlerin değerlendirmesinde, “Türk halkının nasılsa başına geçmiş birtakım insanlar Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur’. Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı; bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara; kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı” demiş..

İNÖNÜ AMERİKANCILIĞI

Bu sohbetin en ilginç noktası, Attila İlhan’ın ülkemizde ta Milli Mücadele yıllarında Amerikancıların olduğu tespitini yapmasıydı. Şimdi bile günlüğümde okurken dikkatimi çekti, üzerinde düşünmekten kendimi alamadım. Halide Edip, Yunus Nadi ve Ahmet Emin’in “...Wilson Programı’nın, vakti gelince bizim milli ilkeler çerçevesinde kendi gelişmemizi garanti altına alacağına inanmaktayız. Jandarma ve polis işleri, bir Amerikan Genel Müfettişi’ne bırakılacaktır. Türkiye’nin her ilinde, işi yöresel yönetimde reform yapmak olan bir Amerikan Başmüfettişi ve ona bağlı uzmanlar bulunacaktır...” noktasında olduklarını söylemiş Attila İlhan; ayrıca, daha o yıllarda Amerikancıların olması üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmuş bir süre..
Hatta İsmet Paşa’nın dönemin Amerikancıları arasında olduğunu anlatan Attila İlhan’dan İnönü’nün “Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese yeğ tutuğu yolunda Amerikan milletine başvurulsa, pekçok faydası olacaktır deniliyor ki, ben de tamamıyle bu kanıdayım. Bütün memleketi parçalanmadan bir Amerika’nın denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek çare gibidir.” sözünü de not almışım, bu sohbette.

İsmet İnönü’nün, İkinci Dünya Savaşı sonunda, dünya ABD ile SSCB arasında çift kutuplu hale gelince, Amerikancılığı hortlamış olmasın? Cumhuriyet’in İngiltere etkisindeki döneminde de, Amerika’nın etkisinde olduğu dönemde de İsmet İnönü’nün tarih sahnesinde oluşu, çok ilginçti. Bu konu kimsenin dikkatini çekmiyordu üstelik.

Attila İlhan’ın ömrünün son döneminde anlatmaya çalıştığı, “İnönü Amerikancılığı”ydı.. Bunun sola etkisiydi.

Onu kim anladı acaba?

MAVERA KERVANI

Barış çetrefil Kardeşlik güller şehridir Kitaba bakılır her adımda Mühürlü haber tartılır kuşlarla çiçeklerle Sarı sessizlikten muşt...