12 Temmuz 2012 Perşembe

‘İnönü Amerikancılığı’nın sırrı..

İlk kez 1988 yılında, yağmurlu bir Şubat günü, öğleden sonra, Taksim’de Divan Pastanesi’nde buluşmuş, Attila İlhan’la konuşuyordum. Bu sohbetin, unutulmaz hatıralarımın arasına yerleştiğini fark ettiğimden acele etmiyor, bir yandan tadını çıkarmaya çalışıyor, bir yandan da bilgi ve düşüncelerinden yararlanıyordum.

Karşısına oturunca, saygı, heyecan, merak ve isyanın karışımı bir manevi durumun içine düştüm. Aynı anlayışa mensup değildik; Attila İlhan solcu, ben ise Müslüman bir şairdim. Yaşça büyüktü benden, 15 Haziran 1925 Menemen doğumluydu, ben ondan otuz beş yıl sonra dünyaya gelmiştim. Bu görüşme sırasında, Attila İlhan 63 yaşındaydı, ben daha 27 yaşındaydım, benden tam otuz altı yaş büyüktü. Bu yaş farkı, hayata ve tarihe tanıklık bakımından onun daha birikimli olduğunu ifade ediyordu; konuşmamız da onun bilgi, düşünce ve deneyim birikimini benimle paylaşmasına dönüşmüştü zaten.

Pek çok ortak noktamız vardı konuşacak.. Ortak noktalarımızı liste yapacak olsak, ilk sırayı Adana alırdı; ikimiz de, farklı yıllarda da olsa, Adana’da bulunmuştuk ve Adana’daki yaşadıklarımız, hayatımızda derin iz bırakmıştı. “Attila Bey, ben Adanalıyım.” deyince, gözleri parladı. Çünkü Attila İlhan babasının görevi nedeniyle Adana’ya, Osmaniye’ye kadar gelmişti. Dahası bu ziyaretinde bir de şiir, “Cebbaroğlu Mehemmed” şiirini yazmıştı.

Yazılanlara bakılırsa, Attila Hamdi İlhan son sınıftayken, amcası, kendisinden habersiz, Cebbaroğlu Mehemmed şiirini ‘CHP Şiir Armağanı' yarışmasına gönderdi. Attila İlhan, o genç yaşta, İkinci Dünya Savaş sonunda, 1945’te katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda ikincilik ödülünü, pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı.

Bu yüzden “Cebbaroğlu Mehemmed” şiirinin ödül almasında, dolayısıyla şairliğinin onaylanmasında ve sanat hayatının parlak bir şekilde başlamasında, Adana’nın belli bir yeri vardı. Attila İlhan da Adana’nın, Toros dağlarının, yiğit Çukurova insanın armağan ettiği şiirin, edebiyat/sanat hayatının başlangıcı olduğunun zaten farkındaydı. “Cebbaroğlu Mehemmed” şiiri de beni ona yakınlaştırıyordu.

“başınızdan duman eksilmesin gavurdağları
siz hikayet eylediniz bana
bahçe kazasının kaman köyünden
cebbar oglu mehemmed'in hikayesini”

dizelerinin yer aldığı bu şiir, Milli Mücadele yıllarındaki Adana’yı, Adanalıların Fransızlara karşı verdiği kurutuluş savaşını anlatıyordu. Okurken, doğal olarak aralarında kendimi bulduğum ve iftihar ettiğim “avuçları buğday kokan delikanlılar”ın destanıydı bu şiir.

“yürümüş selamsız sabahsızdestursuz girmiş memleketimeyedi çeşit frenk askeriuğursuz bir hava çökmüşüstüne memleketiminuğursuz ve karanlıkçocuklar gülmemiş artıksessiz sessiz ağlamış analaroduna giderken vurulmuşve yahut harman yerindeavuçları buğday kokan delikanlılar”

Adana yiğitlerinden Cebbaroğlu Mehemmed, şehri işgal eden Fransızlara karşı savaşmak amacıyla yeni yeni oluşan milli güçlere destek vermek için dağa çıkar. Geride bıraktığı eşi, çocukları, belki yaşlı annesi, babası; hiçbir haber alamaz sevdiklerinden. Çatışmalarla geçen günler, ailesine olan özlemini büyütür.. Kim bilir belki de milletimizin ihtişam dönemlerine özlemdir bu. Sonuçta “hasret kuşun kanadında”dır, yapılan dualardadır..

“cebbar oğlu mehemmed
burcu burcu çam kokan bir yaz akşamı
omuz vermiş bir ağaç gölgesine
usul usul türkü söylüyor

- hasret kuşun kanadında
deli kuşlar uçun gayri
yazımız böyle yazılmış
bu diyardan göçün gayri”

Milli Mücadele ruhuyla yazılmış Cebbaroğlu Mehemmed şiiri, Attila İlhan’ın sanat hayatının başlangıcındaki ruh halini de ortaya koyuyordu: İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. Adana’ya da babasının Osmaniye’ye tayini çıkması nedeniyle gelmişti.

İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken, mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı.

Solcu bir gençti, halkının yanında konumlamıştı kendini, nazım hikmet’in şiiri seviyordu ve şiir sevgisinin bedelini cezaevine girerek ödemişti. Dahası sadece okumuyordu şiiri, yazmaya da çalışıyordu. Gençliğin başlangıcında, Milli Mücadele ruhuyla şiir okurluğunu hızlı bir şekilde şairliğe dönüştürecek bu edebiyat uğraşısı, son nefesine dek o ruhu koruyacaktı. Şairin gözünden hiç gitmeyecekti çünkü, şiirin son dizelerinde ifadesini bulan Cebbaroğlu Mehemmed’in şahadet şerbeti içerkenki hali: “demek diz üstü düşmüş mehemmedkirvesi durdu'nun yanıbaşınakanlar akar yarasındanal al olmuş çevresinden”

Attila İlhan’la ikinci ortak noktamız da, Milli Mücadele’ye canlı ilgimizdi. Sohbet, Cebbaroğlu Mehemmed şiiri, Adana derken, kendiliğinden Milli Mücadele’ye gelivermişti. “Ben, Cebbaroğlu Mehemmed’in torunu, Kemal’in oğlu Mustafa’yım..” deyince, Attila İlhan’ın gözleri doldu..
“aynı akşam doğurmuş karısı dönemavi gözlü bir çocuk sarışınbir avuç toprak sarmışlar altınave kemal koymuşlar adını”

MİLLİ MÜCADELE’NİN BAŞLANGICINDA..

Derken uzunca bir tarih sohbeti başladı..

Milli Mücadele yıllarını konuştuk. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde İstanbul’u işgal etmişti. Kimin emperyalizmin ülkemizi işgalini nasıl gördüğünü, sözlerini dile getirerek anımsıyorduk.

Sadrazam İzzet Paşa’nın “Türkiye İngiltere ile dost olmak ve himayesini kazanmak istemektedir.” sözünü, hatırlattım. Yahya Kemal’in “Ah parçalamasalar... Bari İngilizler vatanımızı toptan alsalar...” dediği şartlarda, Ali Kemal’in de “Bizim bu müthiş yangından birşey koparabilmek, hiç olmazsa milli birliğimizi sağlamak için İngiltere’ye dayanmamız, İngiliz mandaterliğini istememiz elzemdir.” dediğini söyledim.

Attila İlhan da Rauf Orbay’ın “Mütarekede ağır hükümler var. Bunlara razı oluşumuzun başlıca nedeni, İngilizlerin durumu kavrayarak milli onurumuzu incitmekten çekineceklerine dair Calthorpe’un centilmence ve askerce verdiği garantidir.” dediğini söyledi.

Sohbet sırasında, notlar alıyorum bir yandan da.. İyi ki de almış, akşam evde sıcağı sıcağına günlüğüme geçmem de iyi olmuş. Tanzimat’la başlayan ve en sonunda Türkiye’yi Sevr’e kadar götüren dönemin önde gelen siyasetçi, asker ve aydınları, tanıklık ettikleri dönemi nasıl öngörmüş ve hangi çözümleri üretmişlerdi? Bu acı veren konuyu konuşmuşuz.

Attila İlhan’a Dr. Rıza Nur’un İngilizlere hitaben söylediği “Yalnız güvenlik istiyoruz. Yalnız barış içinde, yıkık memleketimizi bayındırlaştırmak ve milletimizi eğitmek büyük isteğimizdir. Bunun için bizim size ihtiyacımız var. Sizin de bize başka ihtiyacınız vardır. Biz Rus’a karşı sizin için bir savunma siperi oluruz. Irak’ta para harcayacağınıza, biz size parasız janrdarmalık ederiz. Irak size isyan ederse biz size ordu bile veririz.” sözünü hatırlatmam, hem dönemin aydınlarının psikolojisini iyi yansıttığı içindi, hem de üstadı coşturup biraz konuşturmak içindi. O da belleğini cömertçe döktü sohbete..

Attila İlhan, Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın “İngilizlere ile düşman olmayı hatırımızdan geçirmiyoruz ve sabrediyoruz.” derken, İsmet İnönü Paşa’nın “Anadolu’da yeni bir kahraman yaratmaya çalışmayın.” dediğini söylemiş. Büyük harflerle, Attila İlhan’ın bir tespitini de günlüğe not almışım: “Anadolu’dan milleti peşine takıp gelecek ve emperyalizmi yurdumuzdan kovacak olan Mustafa Kemal Paşa’ya İsmet Paşa başlangıçta karşıydı.”

Ben de Fevzi Çakmak Paşa’nın “Anadolu’da bazı sergerdelerin hareketleri, Osmanlılığın gerçek çıkarlarına aykırıdır... İtilaf devletleri personeline karşı pek çok incelikle ve konukseverlikle davranmakta asla eksiklik gösterilmesin.” dediğini hatırlatmışım. Mütareke şokuyla herkesin iyice sersemlemiş olduğunu konuşmuşuz içimiz yanarak.

Ayrıca Refet Bele Bey’in de “Mandanın bağımsızlığı bozmayacağı kesin iken, bazı arkadaşlarımız ‘bağımsız mı kalacağız, yoksa mandayı mı kabul edeceğiz’ biçiminde birtakım görüşler ileri sürüyorlar... Yirminci yüzyılda beşyüz milyon lira borcu, yıkık bir memleketi, pek sevimli olmıyan bir toprağı ve ancak on, onbeş milyon geliri olan bir millet için bir dış destek olmaksızın yaşantısını sürdürme olanağı yoktur.” dediğini de belirtmiş. Kara Vasıf “Bağımsız yaşamaya mali durumumuz elverişli değildir.” derken, Rauf Orbay Bey de “Paylaşılma tehlikesi karşısında, memleketimize karşı en tarafsız bulunan Amerika’nın yardımını kabul etmek zorundayız.” demiş..

Milli Mücadele’ye liderlik yapan Mustafa Kemal Paşa da o günlerin değerlendirmesinde, “Türk halkının nasılsa başına geçmiş birtakım insanlar Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur’. Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı; bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara; kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı” demiş..

İNÖNÜ AMERİKANCILIĞI

Bu sohbetin en ilginç noktası, Attila İlhan’ın ülkemizde ta Milli Mücadele yıllarında Amerikancıların olduğu tespitini yapmasıydı. Şimdi bile günlüğümde okurken dikkatimi çekti, üzerinde düşünmekten kendimi alamadım. Halide Edip, Yunus Nadi ve Ahmet Emin’in “...Wilson Programı’nın, vakti gelince bizim milli ilkeler çerçevesinde kendi gelişmemizi garanti altına alacağına inanmaktayız. Jandarma ve polis işleri, bir Amerikan Genel Müfettişi’ne bırakılacaktır. Türkiye’nin her ilinde, işi yöresel yönetimde reform yapmak olan bir Amerikan Başmüfettişi ve ona bağlı uzmanlar bulunacaktır...” noktasında olduklarını söylemiş Attila İlhan; ayrıca, daha o yıllarda Amerikancıların olması üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmuş bir süre..
Hatta İsmet Paşa’nın dönemin Amerikancıları arasında olduğunu anlatan Attila İlhan’dan İnönü’nün “Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese yeğ tutuğu yolunda Amerikan milletine başvurulsa, pekçok faydası olacaktır deniliyor ki, ben de tamamıyle bu kanıdayım. Bütün memleketi parçalanmadan bir Amerika’nın denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek çare gibidir.” sözünü de not almışım, bu sohbette.

İsmet İnönü’nün, İkinci Dünya Savaşı sonunda, dünya ABD ile SSCB arasında çift kutuplu hale gelince, Amerikancılığı hortlamış olmasın? Cumhuriyet’in İngiltere etkisindeki döneminde de, Amerika’nın etkisinde olduğu dönemde de İsmet İnönü’nün tarih sahnesinde oluşu, çok ilginçti. Bu konu kimsenin dikkatini çekmiyordu üstelik.

Attila İlhan’ın ömrünün son döneminde anlatmaya çalıştığı, “İnönü Amerikancılığı”ydı.. Bunun sola etkisiydi.

Onu kim anladı acaba?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

MAVERA KERVANI

Barış çetrefil Kardeşlik güller şehridir Kitaba bakılır her adımda Mühürlü haber tartılır kuşlarla çiçeklerle Sarı sessizlikten muşt...