19 Aralık 2021 Pazar

MAVERA KERVANI

Barış çetrefil

Kardeşlik güller şehridir

Kitaba bakılır her adımda

Mühürlü haber tartılır kuşlarla çiçeklerle

Sarı sessizlikten muştu

Acıyla sabırla çıkarılır ağıtla değil

Sevenin derdi biter mi

Yiğitler bilgelikle bakış dokur

Ve doğum günümün acem yarenleri içinde

Yastık yaptım ulu çınar gölgesini

Şiir dertlidir doğuştan

Söylev yufka yüreklidir

 

Barış çetrefil

Kardeşlik güller şehridir

Bulutlar saçından tutup fotoğrafları

Gazetelerden sökerek yüzümüzü

Kedere çıbana düşürür

Bir sümbül demetinde son bakışını anaların

Yasa basıp yıkadılar

Misvak yerine ağzına gonca çaldılar

Nazlı güvercinleri uçuşur cami avlularında Müslümanlığın

Önce sağa mektup yazılır bir mahcup tebessümle

Sonra sola şiir okunur çakmak gözlerle

Dert kapan yola düşer

Yalana yatılmaz bu yolda

Ayak sevdada kaymaz düşen kaldırılır

Mavera kervanı işte böyle ölüme doğru düzülür

Derin yara ayrılık türküsü evet yakarış

Dil bağlıdır kırk günde dokunur

 

Barış çetrefil

Kardeşlik güller şehridir

Omuz hizasında susmak

Konuşmak oruç eleğinden geçirerek sesi

Kalbe en dipten darbeler

Çarpan nabzıdır karanlık çağın

Cömertlik kardeşidir şehitliğin

Susuş kasırga

Beşikten mezara uzadı

Defterde kaç yılın sıla hasreti

Namerte yurt olmaz dünya

Sadece mezar olur

 

Mustafa Yürekli

Erzurum, 1982

15 Mart 2013 Cuma

HİCAZ TURNALARI





Yolculuğum bir göz açıp
Kapama elli yıl 
Vapur sirenleri
Sabah ezanlarına karışmakta
Üsküdar’da iskeleyi sis sarmış
Kaç kez ver elini Haydarpaşa demişim kim bilir
Kaç kez trende unuttum tahta bavulumu
Andaçlar öyle gitti ve mektuplar
Eşref saatimde diyorum ki
Her seferinde İstanbul’dan bin bir parça
Hayal kırıklığı götürmemi kafama takmamalıyım
İçim dumanlıyken de diyorum ki önce Boğaziçi’ni
İskeleleri yüzyıllık çınarları
Kubbeleri gönlümden atmalıyım
İçimde turnaları uyanmış Mekke’nin Medine’nin
Yerli yerinde kıtalar denizler
Demir köprülerden geçmiştir trenler  
Kar altındaki bir bozkır köyünde gece
Bir elin parmakları kadar evin ışığı yanmıştır
Alnım dayalı diye pencerede
Bu yüreğe bu kadar acı fazla dersin bazen kendine
Ama bu hataya düşülür cahillikte
Küçücük bir yürekle
Kocaman sevmek ne haddine dünyayı
Anılar gittikçe daha çok can yakıyor
Bir azarlanmayla ölümü düşündü çocuk
Bayram sabahı ağlıyor  
Kim ne derse desin ben bu pazartesini ateşe veriyorum
Yeniden dünyaya gelmek için çıkardığım yangında


Yeni kalkmış Medine’den bir çift turna 
İstanbul’a gelir kona kalka
Bir kanadında kelime-i tevhid işlemeli altın halka
Gümüşünde salavat
Boğaziçi’nde bir rıhtım
Vapuru eksik olur mu
Hava hafiften soğuk  
Dedemin eski lacivert hırkası üstümde
Bu aralar ellerim hep üşüdü benim
Kulak memelerim ve burnum sızladı  
Deniz katran huysuz
Balık kokulu bu havayla dolu ciğerim
Büyüklerimin yürüyerek geçtiği boğazı
Kayıkla geçtim kaç kez 
Bir nefeste çıkarım Cağaloğlu yokuşunu
Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yirmi dört saat açık
Asya ve Avrupa derinden akıyor birbirine
Dede Efendi çalmıyor hayır eski plakta
Öyle bir çıkıyor ki karşıma Osmanlı gözler
Her baktığımda ilk defa görüyormuşum gibi
Az kalsın unutuyormuşum gibi
Hissediyorum atalarımı 
Haraç mezat satılmakta
Bir padişahla sultan eksik yatakta
Fenerbahçe’de yan gelip yatmış birkaç dünya yıldızı
Biri okuyucu biri şair iki garip
İstiklal Marşı gelir
Ölüm bile
Ne Londra’ya düşer yolları ne Washington’a 
Umurlarında değil Paris Berlin Pekin ve Moskova
Gökyüzü gibi şu kardeşlik hiçbir yere gitmiyor
Ne çıkar batılılar doğuluları anlamasalar da
Uçaklar çöllerin denizlerin üstünden geçmektedir ama
Gözünü korkutamaz turnaların hiçbir uçak 
Televizyonda Amerikan kovboyları
Eller yukarı
Dünden teslim olmuşum hayret
Yabancı savaş gemsi
Karaköy limanında kibir abidesi
Boğaza demir atmış kaç yıldır
Titiz kaydedilmektedir olan biten herkes adına  
Şehrimizde stres atıyor fil ordusu
Ne gelir elimizden iyi vatandaş olmaktan başka
Gürültü balık ağı
Örümcek ağı da bulvar ışıkları
Sol defterde İstanbul eğleniyor yazar
Beygir çatlatma fırsatı verilir
Zamanla yarışanlara
Beden değiştirdim her fotoğrafta 
Ar damarı çatlatma tehlikesinden hiç bahsedilmedi 
Çöpe attım aymazlık kabuğu kıyafetleri
Her tören sonunda
Bazen arkana bile bakmadan
Kalbini başını alıp gitmek istersin
Öyle her şeyi geride bırakmana falan da gerek yok
Pişmanlıkları bırakabilsen yeter


Bakmayın etrafımda çok polis dolanmasına
Aklı karışık yüreği karanlık sessiz
Sürülmüş bir padişahım aslında
Dalyanda tarihi tiyatroda buluyorum gençliğimi
Liman yönünden görünümüne gülüşüm kocaman yama 
Kollarım yana düşmüş alçı sargılı
Sakalım kırk tane orkinos
Sormayın artık her karşılaşmada nasılsın diye ey eski tüfekler
Adet olmuş iyiyim demek
Kötüyüm ben hem de çok kime ne
Kalbimden başlıyorum uyanmaya
Göz kapaklarım gürültüsüz
Yavaş aralanıyor alacakaranlıkta
Sisler hala dağılmamış
Vapurla geçemem belki
Tabutu almazlar
Kapısını çarpıp çıktım yirminci asrın
En karanlık köşesinde şuuraltımın 
Sedef kakmalı tombul bir ut
Parkta dinliyorum Tanburi Cemil Bey’i
Sonra elimde nargile
Gözümün önüne paslı peygamber kılıçlarını getiriyorum
Saray parçası dört başı mamur bir harem odasını
Hayal perdesi yıkılıp kaldırıma düştü
Fatih’te akşam üstü
Petrol lambasını boşa yaktım 
Saymayı bıraktım oysa kara günleri
Gerinip duruyor Beykoz’da dolunay
Kur’an sayfaları arasında kurumuş
Sarı yapraklar sevgilerim felçli yanımda
Diğer yanımda acılarım
Sigara paketine yazılmış şiirler
Allah’ın bana verdiği bu ödülden çıldırıp
Yitmemek için iki yolcu kaldım ben



İstanbul deyince bir çocuğun aklına
Kapalıçarşı’dan çok Sultanahmet gelir
Ezanlarla kol kola
Camilerde karasevda havası
Avizelerde yağ lambası
İsli cılız ışık
Kendi aşk hikayesine tutulmuş
Alevle oynaşan
Bir fitilim ben
Bir dağdan define çıkarır gibi
Sevmek yazılı alnıma
Müminin müminden başka dayanağı yok
Yalnızlık bile
Allah’ın varlığı bilindikçe
Bir anlama kavuşuyor
Bir mektup değil
Unutulmuş bir sevdadır kapımı çalan  
Hadi uç kalbim ey cihangir
Ey okyanusta damla
Yarısı balık yarısı köpük
Seher deme git
Hadi aklım ey kraliçe
Ey kum tanesi çölde
Yarısı kuş yarısı çiçek
Elbette bir ustalıktır dervişlik  
Mutlu bir yolcudur
El sallar yol kenarlarındakilere
Fikri çok uzaklara gönderip
İçindeki ateşe atlamaktır
Durmadan saate bakmak.
Sökülün turnalar Eyupsultan’dan  
Bir koşuda varın Kudüs’e
Biriniz Bağdat’a gitsin
Biriniz Şam’a 
Doluşun Mekke’ye katar katar  
Kabe’ye dökülün
Batıdan doğuya sevmişim ben 
Ta Cava Adası’na kadar Cebeli Tarık’tan
Otobüs camlarından tarıyorum yeryüzünü
Asfalt şerit hiç dolaşmadan akmaktadır önüme
Nil boyu
Dicle Fırat arası
Maveraünnehir
Nabzının en iyi dinlendiği yerler camilerdir milletimin  
Yurdu övmeye  
Tükenmez kalem elimde
Her şehrin payı var derdimde
Hiçbir dilde söylenmemiş bu şarkıda bitireceğim ömrümü


(Dil ve Edebiyat, Mart 2013, Sayı:51.)

ATLASIN SESİ





Mekke kendini tanıyamadı
Kabe’yi göremeyince haritada
Göğsüne bir ağrı saplandı arzın
İnsanlık kalp krizi geçirdiğinden
Cihannümada öteye beriye
Uzun tüylü bir acıyı
Kovalıyorum sene dört mevsim
Sınır telleri tanımayan güvercinler
Kelime sürüsü dönüp durur dilimin ucunda
Ordular geçiyor defterimde
Toprağım kaç devlete bölünmüş
Adalet kurulup kurulup yıkılan otağ
Yeryüzü el altında artık
Gökyüzü de ayak altı 
Yabancı masada çizilen haritalar başka
Şimdi ben atlası okuduktan sonra
Hangi türküyü çağıracağımı biliyorum
Boğulmuş sesimle
Çaresizliğimizi bir ucundan
Hafif kaldırınca işte secdemiz huzurda
İki parmak arasında bir sevda 
Korkuyla umut tutuyor kalpleri ayakta 
Saf tutmuşuz bir ucundan dünyanın öteki ucuna
Milyonlarca at bir ovayı tepelerken
Soluk soluğa aşarken bir dağı
Yelelerinden ter damlayan
Kabe’ye doğru kaçarken ruhlarımız
Dişleri parlayan tay hangi çocuğun içinde
Bayramlık giysileriyle hayat
Kuşanırken en mavisini ölümün
Ebabil toplayarak geldim öteden beriden
Beş kez akıyoruz her gün
Yeryüzünün tüm köşelerinden tek noktaya

İşte burada gurbet maceramız
O ünlü seyahatname
Bu nasıl yaprak dağdan dağa koşuşturma   
Halklar aynı ama ülke adları ne çok değişmiş
Medine savunması sona erince
Kudüs kan gölü
İstanbul uzamış bozgun uykusu
Bağdat ve Şam artık babaocağına dönememek
Yeryüzünün beş duyusundan kulağı
Seferlerim havadan karadan ve denizden 
Kırmızıda boğulunca
Yeşilde dünyaya yeniden geliyorum
Ve mavide boy atıyorum kıyamet gününe kadar
Bir ayağım çölde yandı
Denizlerde kaydı bir ayağım
Ne o beyaz geceler var tarih sahnesinde
Ne de o kara seneler dağılıp giden bulut
Nasıl yaprak bu böyle maske dolu
Altın utanç tabakaları yüzümüzde savaş görmemiş paşalardan
Gümüşi lekeler sürülmüş alnımıza yenilmiş sayılan ordulardan
Artık kayıtları bir köşede alkışsız açıyorum 
Ne nedenleri unutulur aldanışların ne sonuçları 
Korkunun üstüne kalktım ki 
Ormanlar kış uykusunda ovalar kaçıncı rüyada
Irmaklar arada bir deliyor uykusunu 
Yıl on iki ay ölümleri umursamıyor
Mekke’nin kızları şehirler iki asırdır ölü
Kuran’ı birkaç ağaç içinden okuyor
Ayetlere karışırken kuşlar bir tarihi caminin avlusunda
Bahar hazır dünyanın göğsüne göğsüne vurmaya  

Acının üstüne kalktım ki
Sabra sığmaz bir Cuma akşamı bu köşesinde aymazlığın 
Terk edilmiş kamusta adlar
Kadim sıfatlar eylemler filiz vermiş
Diriliş göğsüne vuruyor her şeyin
Kağıdın göğsüne vuruyor toprağın bile
Bu gece şair çöpe atmamış yazdıklarını 
İşte mucize temizlendi kanım
Masadaki haritaya aktı damar damar 
Senin bakışın bir çığdır
Önümüzden büyük ağaçlarıyla
Kayalarıyla yuvarlanan içimize
Yüreklerde büyük heyelan
Aynaların gıyabında
Zilletimize boşalan yağmurdan sonra
Toprak kokan esmerliğim haklıdır geceleri
Gündüz de ışıksız gözlerim
Haritaya bakmaya yürek mi dayanır
Kanımı kana kana akıttığım topraklar işte yeminimizde
Kitabın altında bayrağın altında ve silahın
Ya halife başa 
Ya akbabalar kuzgunlar leşe
Bütün servetimiz özgürlüğümüz 
Kitapla silah kanatlanıyor ellerimizde
Uygarlık kaçkınıyız gözlerinde
Ormana desturlu sığınmışız   
Rüzgarda sakalımızı savura savura
Başımızda kefen ulu sarık
Gözlerimiz gecesi çalınmış yıldızlar
Kıtaları almışız cübbemizin altına
Dağdayız ateşin başında bir ağustos gecesi 
Tevhit kelimesini parçalayıp sürüyoruz bin bir yaramıza

Varım yoğum bu destan
Gözyaşının ardında saklı çığlıkla
Kaç ufuk çizgisi kırıp döktük
Güzel günler ertelenmiş bu savaşın sonuna
Sakın serinleme kalbim
Çıkarma keder çarığını
Umut asanı atma bir kenara
Haritada gözpınarını kaynat hasretin
Parmaklarım bir avuç güvercin olarak
Ellerim yakarışta katarına katılıyor göçmen kuşların
Kelimeleri uçuruyorum uzaklara
Yukarılara andımızı
Ölüm ötesine taşınmaz hiçbir şeyi
Tutmadım gönlümde yanımda
Gülüşümün ardında saklı fırtına öncesi
Sevdanın harcını karan sükutta

Allah’tan aldığım kadar temiz mi verdiğim soluk
Dağlar rahmet ateş ve deniz imtihan
Ve kan varken aşkla kaynayan
Şakaklarım bir sokak gibi uğuldarken
Şehirleri Mekke’ye bağlayan
Şaşıyorum akışına ırmakların köprünün altında



Dil ve Edebiyat Dergisi, Ocak 2013, Sayı:49.


24 Temmuz 2012 Salı

İKİ DÜNYA KARDEŞLERİ



“Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” Nur Suresi, Ayet:69.


Dört kitap ve kılıçlar!

Tevrat, Zebur ve İncil’i içinde toplamış,

Hafız Osman hatlı.

Kuran’ın bir sayfasında, üstte,

Surelere adını vermiştir kimi!

Kulluk ne büyük devlet

Özel insan isimleri!

Nuh, İbrahim, Musa, Davut, Süleyman ve İsa.

Hatemü’l Enbiya Muhammet Mustafa!

Selam olsun sizlere..

Mushaf’ta yaşarlar.

Adlarıyla çağırırız birbirimizi

Bir çiçek deseninde, ayet numaraları.

Güneştir, alemlere!

Diri gönül toplar.

Öpülesi, ellerine,
Kesintisiz, bir büyük akın!

Parmaklarından ırmak dökülür,

Akan kanımıza yoldaş!

Bedenleri, birer kırmızı kalem!

Şehadet kelimesi, düşürmüşler,

El yazısıyla çağlara.

Dolunay hocaları!

Öteden seslerle,

İçten tutup,

Çamurdan keser ayakları.

Keser, başı topraktan, gözü, kulağı!

Miraca yol verirler!

Sevgi dalgıçları!

İki dünya kardeşlerimiz!

ORUÇ AYDINLIĞI




Güneş, deniz, toprak ve yağmur,

İnsanda bulur, anlamını ve ufkunu!

Şerefine gönderilmiştir,

Kitap, peygamber ve çocuk.

İşte rahmet!

Portakal gibi bir hava,

Çizgiler çek, diyor,

Kabukta, İmsak’tan İftar’a!

Ramazanı aç, dilim dilim.

Başla, diyor, doyurmaya kalbi!

Yeniden yaşa!

Kalpler, ağır adımlarla, dokuz ay yaya.

Hızlı, Recep’ten Şaban’a.

Ve Ramazan koşusu, başlıyor!

Kasıl! Gevşe!

Ve ürper! Ve huşu!

Ve ipe dizilir, göğüsler!

Kitap, peygamber ve çocuk!

Başını kaldırıp bakan, yeşil gözlü,

Cennete doğru büyüyen bir tohum!

Açıp çınar dalları kollarını,

Yapraklarını kulluk sonsuzluğuna titreten!

Kur’an’dan yayılan oruç aydınlığı!

Sesimin budakları!

Yavrularıyla oynaşan tüm Cumalarda, anaç merhamet!

Bağışlanma. Ve umut. Ve bayram günleri..

‘Kalp Koşusu Madalyaları’ topluyoruz, her yıl!

Güneş, deniz toprak ve yağmur!

Portakal gibi bir hava,

Başla diyor, doyurmaya kalbi.

Yeniden yaşa!

Bir kaybedilmiş ömürde,

Bin aydan hayırlı kaç gece vardır?

Yüreğini indiriyor, gökyüzü,

Başı üstüne, yeryüzünün!

Oysa, en son varıyorum hep, bitiş çizgisine.

Rahmetinin kapılarını, kapatma!

Kızarmış yüzüme!

12 Temmuz 2012 Perşembe

Yedi Güzel Adam şiirinin kaynağı hangi hadis?

Mustafa Yürekli, Cahit Zarifoğlu’yla bir anısını ve “Yedi Güzel Adam” şirininin esin kaynağı olan Hadis-i Şerif’i açıklıyor..

Rahmetli Cahit Zarifoğlu’yla 1979 Temmuz’unda Ankara - Kızılay’daki Akabe Kitabevi’nde gerçekleştirdiğim bir görüşme vardır ki unutamam..

O zamanlar Adana’dan gelmiş, 18 yaşında, lise öğrencisi bir gençtim. Mektuplarında tanışmamızı istediği, o vakit Orman İşletmeleri Çukurova Bölge Müdürü Said Zarifoğlu’nun selamını getirmiştim. Ziyaretlerimde Said Ağabey’in bana gösterdiği ilgiyi anlattım, kültür/sanat sohbetlerimizi.. Çok mutlu olmuştu.

O görüşmede, Cahit Zarifoğlu’yla şiir üzerine de sohbet etmiştik. “Yedi Güzel Adam” isimli şiir kitabını yeni bitirmiştim; kitaba adını veren, beş bölümden oluşan uzun ve lirik şiirden çok etkilenmiştim.

“Sen melek uyarmalarıyla Uyarılan erkek Bu gece bir şehvet azarladın Hayvan kovdun Yatağını yüceltenlerden oldun Şimdi ev gebedir”

HADİS’TEN ŞİİR ÇIKARMAK

Şiir, “Yedi Güzel Adam” ismiyle meşhur bir Hadis-i Şerif’ten yola çıkılarak yazılmıştı sanki.. Bu izlenimimi paylaştım onunla. Cahit Zarifoğlu bana o Hadis-i Şerif’i bilip bilmediğimi sordu. “Biliyorum efendim!” deyince, gözleri parladı, çok sevindi..

Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayet edilen sözkonusu hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyordu: "Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teala, yedi insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır: 1.Adil devlet başkanı. 2. Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde yetişen, takva sahibi genç.. 3. Kalbi mescitlere bağlı Müslüman.. 4. Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan, İslam kardeşliğini yaşayanlar.. 5. Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine "Ben Allah'tan korkarım" diye yaklaşmayan yiğit.. 6. Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse, 7. Tenhada Allah'ı anıp göz yaşı döken kişi." (Buhari, Ezan 36, Zekat 16, Rikak 24, Hudüd 19; Müslim, Zekat 91. )

“Melekler kırmızı yanar Kalbe tutuşan her şey kırmızıdır Hele kalp hazırsa “kentten” bir er kalkar - Onun eri Kollar semayı deryayı korkularından Yoksa aşk hemen kaçmak mıdır dağımıza Söyleyelim ya hay ya huu -Yolları aydınlık kıl yaradan”

Bu hadisi böyle okuyunca, Cahit Zarifoğlu, bana, Allah'ın gölgesinde barınacak, yani ahiretteki sıkıntılardan rahmetiyle koruyacağı insanlar sadece bu yedi sınıftan ibaret olmadığını anlattı. Başka hadislerde önemli niteliklere sahip bazı kişiler de sayılmış.. Bu hadiste yedi kişinin zikredilmiş olması, diğer rivayetlerde ifade edilen bahtiyar yiğitleri bu mutluluktan asla mahrum bırakmayacağını kısaca izah etti bana..

“Bir değişime gibidir azrail- Mezarla uğraşmaz toprağı insan kazar / O yere o ölü insan kalabalığında ansız bir boşluk açılmıştır alın kımıldasın kalp kıvransın Gölden ansız bir tabutluk su alınmış gibi Bütün köy kımıldayacaktır/göl gibi”O sohbetten aklımda kalan bir başka husus da, “Yedi Güzel Adam” şiirinin henüz tamamlanmadığını, beş bölümde kaldığını söylemesiydi.. Hadis-i Şerif’ten çıkarmıştı bu güzel ve artık ünlü olan bu şiirini.. Ayrıca getirdiğim şiirlerime de baktı, değerlendrmelerde bulundu.

“YEDİ GÜZEL ADAM” YAZAR VE ŞAİRLER Mİ?

Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü “Türk Edebiyatında Mavera Hareketi” başlıklı bir program düzenlemiş.. (12 Mayıs Cumartesi 2012, saat 10:00) İlk sayısı Ankara’da, Aralık 1976'da yayınlanan aylık edebiyat dergisi Mavera’nın 14 yıllık tarihi “Dergide, edebiyat ve medeniyet arasında sürekli bir ilgi kurulmaya çalışıldı ve bu doğrultudaki düşüncenin gelişmesi için yazılar yayımlandı. Mavera dergisi, 163 sayı (14 cilt) yayınlandıktan sonra 1990'da kapandı.” şeklinde anlatılmış duyuru metninde. Kurucu kadroda bulunan şair ve yazarların, daha önce Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat gibi dergilerde yazdıkları da vurgulanan duyuru metninde, "Yedi Güzel Adam" diye Cahit Zorifoğlu'nun bir şiir kitabına ad olacaklardı.” ifadesine yer verilmiş. Bu yedi güzel adamın, Erdem Bayazıt, Ersin Gürdoğan, Mehmet Akif İnan, Alaeddin Özdenören, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve Hasan Seyithanoğlu’dan oluştuğu belirtilmiş.

Son yıllarda Mavera’nın kurucu kadrosunda bulunan sözkonusu yedi kişiyi Yedi Güzel Adam’da Cahit Zarifoğlu’nun şiirleştirdiği pek çok defa ve sıklıkla dile getirilmektedir. Bu bilgi doğru mudur? Üniversite çevrelerinde, Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı’nın etkinliğine ilişkin duyuruda da yinelendiğini görünce, aklıma gelen bazı soruları burada okuyucularımla paylaşmak istedim..

Yedi Güzel Adam şiirinin öznelerinin şair ve yazarlar olmadığı apaçık ortada.. Kitapta yer alan diğer şiirleri de taradığımda, Mavera’nın kurucularının anlatıldığı bir tek dize bile bulamadım, şaşırdım. Yanılıyor olabilirim elbette.. Mavera kadrosundan Ersin Gürdoğan ve Rasim Özdenören bu konuya bir açıklık getirirse, çok iyi olur..

Cahit Zarifoğlu’nun şiir kitaplarının yayın sırası, İşaret Çocukları (1967) Yedi Güzel Adam (1973), Menziller (1977), Korku ve Yakarış (1986) şeklindedir. Dolayısıyla Cahit Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam’daki şiirleri, Mavera’dan yıllar önce Edebiyat dergisinde yayınlamış ve kitap da Edebiyat Dergisi Yayınları arasında 1973 yılında çıkmıştır.. Araştırılınca, Menziller’deki kimi şiirlerin bile Edebiyat’ta yayınlandığı görülecektir.. Dolayısıyla Yedi Güzel Adam’ın yayınlanışından üç yıl sonra Edebiyat’tan ayrılıp Mavera’yı çıkaracak olan kurucu kadronun, kitaba ad olması, hele hele şiirin özneleri olması kronolojik olarak izah gerektiren bir konu olarak durmaktadır..

Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün düzenlediği "Türk Edebiyatında Mavera Hareketi" başlıklı programına, konuşmacı olarak Rasim Özdenören, Ersin Nazif Gürdoğan, Şaban Abak, Mehmet Atilla Maraş ve Mustafa Özçelik katılacak..
Yedi Güzel Adam’daki Mavera kadrosuna ilişkin dizelerin de açıklanacağını umuyor, katılımcılara başarılar diliyorum. Bu hayırlı hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyorum.

ERBAKAN 28 ŞUBAT’TA “BAŞKAN” FİLMİNİ NİÇİN İZLETTİ








Benim kuşağım Milli Nizam Partisi’ni kitaplardan okuyarak öğrendi. Benim kuşağım, Prof.Dr. Necmettin Erbakan’la daha çok Refah Partisi döneminde temasa geçti.  Tanıklık ettiğimiz MSP dönemi siyasetinde Erbakan Hoca sanayileşmeyi ülke gündemine taşıdı, şeker fabrikalarını kurdu, Et ve Balık Kurumları’nı açtı. Erbakan Hoca Kıbrıs mücahidi ve gazisiydi; harekat onun inanç, cesaret ve gayretiyle kotarıldı. Erbakan’ın en büyük ideali, savunma sanayini kurup Türkiye’yi dünyada etkili bir ülke haline getirmekti.

Erbakan Hoca, 28 Haziran 1996 ile 30 Haziran 1997 tarihleri arasında, Türkiye Cumhuriyeti 54. Hükümeti’nin Başbakanı’ydı: Milli Görüş Hareketi'nin tarihindeki en büyük siyasi başarıyı elde ettiği 1995 seçimlerinde Refah Partisi, aldığı yüzde 21.37 oy oranı ve kazandığı 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi (ANAP) arasında kurulan kısa ömürlü koalisyon hükümetinin istifasından sonra DYP ile kurduğu REFAHYOL hükümetinde, 28 Haziran 1996'da Başbakan olarak göreve başladı. Refah Partisi lideri olduğu dönemde, REFAHYOL hükümeti Başbakanı olarak devleti denk bütçeyle yönetmeyi gündeme getirdi, havuz sistemini ve D8 topluluğunu kurdu. 28 Şubat post-modern darbesi ile Erbakan istifa etmeye zorlansa da bu teşebbüs ilk etapta başarıya ulaşamadı. (Koalisyon, 30 Haziran 1997'ye kadar devam etti.)

Erbakan, başbakanlık görevini Tansu Çiller'e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997'de Cumhurbaşkanı Demirel'e istifasını sundu. 30 Haziran 1997'de 54. hükümet ve Erbakan’ın Başbakanlığı son buldu. Demirel, yeni hükümeti kurma görevini, mecliste çoğunluğa sahip Doğru Yol Partisi'nin genel başkanı Tansu Çiller'e değil, Mesut Yılmaz'a verdi. 55. Hükûmet (ANASOL-D) Mesut Yılmaz'ın liderliğinde Anavatan Partisi, Demokratik Sol Parti, Demokrat Türkiye Partisi koalisyonu ile kurulmuştu. Demirel’in görevini kötüye kullanması, darbecileri hedefine ulaştırdı ve 28 Şubat müdahalesi siyasi tarihimize geçmiş oldu.


Böylece 28 Şubat müdahalesi, Çankaya’daki ömrünü bir dönem daha uzatmak isteyen Demirel’in oyunuyla REFAHYOLhükümetinin yıkılması, Refah Partisi’nin kapatılması ve Erbakan’a 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesiyle sonuçlandı.


“GÜÇLÜ SANAT BÜYÜK MİLLETLERDE OLUR.”


Erbakan Hoca’yla Refah Partisi (1987 1998) döneminde birkaç kez görüştüm. Mavera Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm 1988 yılında Bahri Zengin’le biri Ankara, diğeri Altınoluk’a olmak üzere iki kez ziyaretine gitmiştik.


Altınoluk ziyaretinde sohbetimiz, kültür sanat konularını kapsayacak kadar uzamıştı. Erbakan’ın divan edebiyatına, tasavvuf edebiyatına vukufiyetini görünce, şaşırmıştım. İslam şiiriyle ilgileniyordu: Mehmet Akif’i çok seviyordu. Necip Fazıl’ı beğeniyordu. Çağdaş Türk şiirini, Sezai Karakoç üzerinden tanıyordu. “Cahit, son zamanlarında güzel şiirler yazdı. Şiirin mimarı ve mühendisi olduğunu gösterdi. Şiirlerindeki buluşlar çok hoş.” dedi. Cahit Zarifoğlu’nun vefatının üzerinden henüz bir yıl geçmişti; sevdiği, genç yaşta ölümüne üzüldüğü belliydi. Afganistan cihadıyla yazılmaya başlanan ve “Korku ve Yakarış”ta yer alan şiirlerinden övgüyle söz etti.

Sanatın ve edebiyatın ülkemizde yeterince gelişmeyişini, devletimizin dünya sistemindeki yerine bağlıyor, büyük millet olmadan sanatta gerekli patlamayı yapamayacağımızı anlatıyordu. Büyük sanatçıların Osmanlı’nın sanat ve edebiyatta zirvede olduğu dönemde, 1453 -1700 yılları arasında yetişmiş olmasına dikkat etmemi söyledi.

Türkiye’deki İslami harekete kültür, sanat ve edebiyattan ciddi, köklü, etkili ve evrensel bir başarıyla kalıcı bir desteğin gelmediğini anlattı bana. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve birkaç şairle sınırlı kaldığını, beklenen gelişmeyi gösteremediğini söyledi. Güçlü sanatın, iyi bir eğitimin üstünde yükseleceğini ve bu yüzden siyaseti öncelemek gerektiğini anlattı. Bu sohbetin hatırası, kulağıma küpe yaptığım “Güçlü sanat, büyük milletlerde olur.” vecizesiydi.


“SİYASAL SİNAMA GELİŞTİİRİLMELİ.”


Yörünge Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm 1998 yılında İstanbul’da bir kez görüştük. Bu görüşmemizde “Le President” (Başkan, 1961) filmini benim bulup gönderdiğimi söyledim. “Biliyorum! Selamını aldım..” dedi.


“Merak ediyorum, bu filmi daha önce izlediniz mi? Nereden haberiniz oldu?” diye sordum. 1961’de Adnan Menderes’in asıldığı yıl, Türkiye’de gösterime girmediğini, darbecilerin bu filmin gösterimini yasakladığını anlattı bana. Yahudilerin ve Masonların dünya çapında “Le President” filminin gösterimini engellemek için çalışmalar yaptığını ve 1956-1963 arasında, Türkiye’nin ilk yerli motorunu, Gümüş Motor'u üretme çalışmaları sırasında yurt dışında, büyük ihtimalle Almanya’da ilk kez seyretmiş olabileceğini söyledi.


En son, 2004’te Tv5’in kuruluş çalışmalarında görüşmüştük. Televizyon ve sinema üzerine kısa bir sohbet etme fırsatı yakalamıştım. Sinemanın etkili bir sanat olduğunu, mesajın kitlelere ulaştırılmasında sinemaya ve televizyona önem vermek gerektiğinden bahsetti.


Küçük bütçelerle de bu işlerin yapılabileceğini, sinemayla ilgilenenlerin samimi, ciddi ve disiplinli çaba göstermeleri gerektiğini ve bunun cihat olduğunu anlattı. Tarihi film çekmenin büyük bütçe gerektirdiğini, ama güncel siyasi olaylardan hareket ederek yazılacak senaryolarla siyasal sinemanın küçük bütçelerle çekilebileceğini düşünüyordu.


Dünya sinemasından haberdar olduğunu fark etmiş, hayretle dinlemiştim; ülke sinemalarından, akımlardan ve yönetmenlerden bahsediyor, filmlerin isimlerini vererek örnek gösteriyordu.

Emperyalist güçlerin, siyasal sinemanın dünyada gelişmesini engellediğini; devletler oyununu, işbirlikçiliği ve sömürü düzenlerini deşifre etmek için siyasal sinemaya büyük yük düştüğünü anlattı. “Ülkemizde siyasal sinemanın gelişmesi gerekir.” dedi.

Erbakan Hoca, büyük kitleleri etkilediğinden televizyon yayıncılığının büyük sorumluluk ve Allah’a hesabını vermenin zor olduğunu anlattı bana. İdealist bir kadronun, profesyonelce ama amatör bir ruhla, disiplinli ve verimli bir çalışmayla, etkili bir haber kanalını yürütebileceğini anlattı bana.


Milli sinemada ciddi bir birikim olmadan, sanatta (edebiyat, tiyatro ve müzik) yeni kadroları yetiştirmeden genel ekran dizaynının hüsranla sonuçlanacağını düşünüyordu. “Mevcut medya düzenine uyumlu yayın politikaları, milletimizi aldatacaktır. Gerçekleri örtmek, oyun ve eğlenceyle insanları uyuşturmak hesabı verilemeyecek bir yayıncılık anlayışıdır.” demişti. İnsanlığın ve milletimizin gerçek meselelerine duyarlı yayıncılığın geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu.


28 ŞUBAT’TA “BAŞKAN” FİLMİNİ İZLEMEK


Hatıralarım arasında Erbakan’ın “Başkan” filmini gündeme getirişi ayrı bir yer tutar..

1997’nin Şubat ayında, Milli Gazete’nin genel yayın yönetmeni Ekrem Kızıltaş beni aradı, Erbakan Hoca’nın bir filmi istediğini söyledi. Sadece “Fransız filmi, ismi Başkan.” dedi. Film şirketlerini dolaştım. Sonunda filmi buldum: Fransız yönetmen Henri Verneuil’in “Le President” (Başkan, 1961) filmiydi bu.

Henri Verneuil, 1920 Tekirdag dogumlu ve gerçek adı, Achod Malakian. 1924 yılında Tekirdağ'dan Marsilya'ya göçen Ermeni bir ailenin çocuğu. 2002'de Fransa’da kalp krizinden öldü. Fransızlar için çoğu unutulmaz 40’a yakın filmi var. Sinema kariyerine kısa filmlerle başladı, 1952'deki ilk uzun metrajlı filmi “La Table Aux Creves” büyük başarı kazandı ve bununla tanındı. “Le Clan Des Siciliens” filmi de dikkat çekmişti. 1992'de 1915 olayları ve sonrasında ailesinin Tekirdağ'dan göçüş macerasını anlattığı Mayrig (Anne) filmini çekti. Erbakan Hoca’nın Ermeni asıllı bir Fransız yönetmene ilgisi, doğrusu beni bir hayli şaşırtmıştı.


Oyuncu kadrosuna baktım, baş rolde ünlü Fransız sinema oyuncusu Jean Gabin vardı, Bernard Blier , Renee Faure ,Henri Crémieux ve Alfred Adam da yardımcı oyunculardı. Fransız sinema oyuncusu, Jean Gabin, (1904 - 1976) İkinci Dünya Savaşı öncesi döneminin en gözde Fransız oyuncusuydu. Savaş yorgunu bir dünyanın ruhunu yansıtan, acılara göğüs germe felsefesinin önde gelen temsilcisi, klasik bir anti-kahramandı. Beyaz perdede daha çok toplum kurbanı olmuş, dışlanmış, yenik insanları ve hayatın mahvettiği, tutunma umudunu yitirmiş, toplum dışı serserileri başarıyla canlandırdı. Bu lümpen ve asi karakterler, tüm yerleşik değerlere karşı geliyorlar, ama iyilerin ve ezilenlerin de yanında yer alıyorlardı. Gabin 1930'larda Fransa'da ortaya çıkan Şiirsel Gerçekçilik sinema akımının önde gelen oyuncularındandı. Sinemadaki en parlak dönemini de iki savaş arasındaki bu yıllarda yaşadı. Birlikte en çok film yaptığı yönetmenlerden biri de, yine Şiirsel Gerçekçilik akımının babası olarak anılan Jean Renoir'dı. 1928 yılında başladığı sinemadan, öldüğü 1976 yılına kadar hiç kopmadı. Yarım asır boyunca 100'e yakın filmde rol aldı. Kalp krizinden öldüğü yıl bile film yapmıştı.


“Başkan” filminin televizyonlar için hazırlanmış kasetini aldım, üç adet VHS kopyasını çıkarttım. Çok merak ettiğimden, o gün oturup filmi seyrettim.


Jean Gabin’in oynadığı “Başkan” filminin konusu şöyle: Bir başbakan, feraset ve faziletiyle, bozuk düzeni, bürokrasinin, siyasetin, iş dünyasının ve medyanın nasıl yozlaştıklarını görüyor. Devlet kurumlarının nasıl kişisel çıkar için kullanıldığını, bunların başındaki bürokratların çıkarları için ne kadar büyük yanlışlar yapabildiğine tanık oluyor. Meclis’teki solcu ve sağcı milletvekillerinin küçük menfaatler karşılığında nasıl birer kukla haline getirildiklerini fark ediyor. Başbakanı olduğu iktidarlar partisi yöneticilerinin ve bakanların hangi kirli ve gizli işlere bulaştıklarını görüyor. Muhalefet partisinin niçin ve ne şekilde sömürü sermayeye uşaklaştıklarını seziyor. Bütün bunlara karşı tek başına siyasi bir mücadeleye girişen Başkan, başbakanlığa hazırlanan, masonların desteklediği ve Yahudi bir muhalif milletvekili olan Şalomon’la mücadele ediyor. Başkan, yakın çevresindekilerin, dava arkadaşlarının, partideki hizmet kadrosu olarak gördüğü kişilerin, omuz omuza mücadele ettiğine inandığı dostlarının dahi, hıyanet merkezleriyle ilişkilerine ve muhalefet partileriyle gizli işbirliğine şahit oluyor ve onların destek kılıflı kösteklerinden kurtulmaya çalışıyor. Dolayısıyla hem marazlı muhalefetle, hem de kendi iki yüzlü maiyetiyle uğraşıp herkesi kendi ayarında idare etmek, böylece olumlu ve onurlu hedeflerine, tek başına ve stratejik manevralarla yürümek zorunda kalıyor.


Sonra biri kendisine, diğeri Erbakan Hoca’ya olmak üzere hazırladığım iki kopyayı Ekrem Kızıltaş’a götürüp verdim. Erbakan Hoca, 2007’nin Şubat ayında, yani 28 Şubat askeri müdahalesinin arafesinde, Refah Partisi’nin Genel İdare Kurulu üyelerini, kimi bakan ve milletvekillerini, teşkilat yetkililerini konutuna davet ediyor. Konuklarına, benim bulup gönderdiğim, 27 Mayıs cuntasının Türkiye’de gösterimini yasakladığı, Fransız Ermeni yönetmen Henri Verneuil’in “Le President” (Başkan, 1961) isimli siyah-beyaz filmini izletiyor.


Filmi bulup gönderdiğim günden beri “Erbakan Hoca 28 Şubat’ta RP yönetimine “Başkan” filmini niçin izletti?” diye kendime soruyorum, Başkan filminde anlatılanlar, 28 Şubat’taki koşulları, çevresindeki insanları ve kendisinin verdiği mücadeleyi anlaşılır kıldığı için olsa gerek. “Erbakan Hoca da hem marazlı muhalefetle, hem de kendi iki yüzlü maiyetiyle uğraşıp herkesi kendi ayarında idare etmek, böylece olumlu ve onurlu hedeflerine, tek başına ve stratejik manevralarla yürümek zorunda kalmıştı.” demekten de kendimi alamıyorum. Erbakan Hoca, o zaman Tansu Çiller'in genel başkanı olduğu DYP’yle koalisyon hükümetinin Başbakanıydı çünkü. 28 Şubat sürecinde Demirel’in müdahalesiyle DYP karpuz gibi ortadan ikiye ayrıldı:


Hüsamettin Cindoruk’un öncülüğünde bir grup milletvekili DYP’den ayrılıp Demokrat Türkiye Partisi'ni kurdu. Demokrat Türkiye Partisi, Mesut Yılmaz başbakanlığındaki koalisyon hükümetine katıldı. Parti 1999 genel seçimlerinde oyların sıfır nokta yüzde elli sekizini aldı ve barajı aşamayarak TBMM dışında kaldı.

MAVERA KERVANI

Barış çetrefil Kardeşlik güller şehridir Kitaba bakılır her adımda Mühürlü haber tartılır kuşlarla çiçeklerle Sarı sessizlikten muşt...