12 Temmuz 2012 Perşembe

ERBAKAN 28 ŞUBAT’TA “BAŞKAN” FİLMİNİ NİÇİN İZLETTİ








Benim kuşağım Milli Nizam Partisi’ni kitaplardan okuyarak öğrendi. Benim kuşağım, Prof.Dr. Necmettin Erbakan’la daha çok Refah Partisi döneminde temasa geçti.  Tanıklık ettiğimiz MSP dönemi siyasetinde Erbakan Hoca sanayileşmeyi ülke gündemine taşıdı, şeker fabrikalarını kurdu, Et ve Balık Kurumları’nı açtı. Erbakan Hoca Kıbrıs mücahidi ve gazisiydi; harekat onun inanç, cesaret ve gayretiyle kotarıldı. Erbakan’ın en büyük ideali, savunma sanayini kurup Türkiye’yi dünyada etkili bir ülke haline getirmekti.

Erbakan Hoca, 28 Haziran 1996 ile 30 Haziran 1997 tarihleri arasında, Türkiye Cumhuriyeti 54. Hükümeti’nin Başbakanı’ydı: Milli Görüş Hareketi'nin tarihindeki en büyük siyasi başarıyı elde ettiği 1995 seçimlerinde Refah Partisi, aldığı yüzde 21.37 oy oranı ve kazandığı 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi (ANAP) arasında kurulan kısa ömürlü koalisyon hükümetinin istifasından sonra DYP ile kurduğu REFAHYOL hükümetinde, 28 Haziran 1996'da Başbakan olarak göreve başladı. Refah Partisi lideri olduğu dönemde, REFAHYOL hükümeti Başbakanı olarak devleti denk bütçeyle yönetmeyi gündeme getirdi, havuz sistemini ve D8 topluluğunu kurdu. 28 Şubat post-modern darbesi ile Erbakan istifa etmeye zorlansa da bu teşebbüs ilk etapta başarıya ulaşamadı. (Koalisyon, 30 Haziran 1997'ye kadar devam etti.)

Erbakan, başbakanlık görevini Tansu Çiller'e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997'de Cumhurbaşkanı Demirel'e istifasını sundu. 30 Haziran 1997'de 54. hükümet ve Erbakan’ın Başbakanlığı son buldu. Demirel, yeni hükümeti kurma görevini, mecliste çoğunluğa sahip Doğru Yol Partisi'nin genel başkanı Tansu Çiller'e değil, Mesut Yılmaz'a verdi. 55. Hükûmet (ANASOL-D) Mesut Yılmaz'ın liderliğinde Anavatan Partisi, Demokratik Sol Parti, Demokrat Türkiye Partisi koalisyonu ile kurulmuştu. Demirel’in görevini kötüye kullanması, darbecileri hedefine ulaştırdı ve 28 Şubat müdahalesi siyasi tarihimize geçmiş oldu.


Böylece 28 Şubat müdahalesi, Çankaya’daki ömrünü bir dönem daha uzatmak isteyen Demirel’in oyunuyla REFAHYOLhükümetinin yıkılması, Refah Partisi’nin kapatılması ve Erbakan’a 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesiyle sonuçlandı.


“GÜÇLÜ SANAT BÜYÜK MİLLETLERDE OLUR.”


Erbakan Hoca’yla Refah Partisi (1987 1998) döneminde birkaç kez görüştüm. Mavera Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm 1988 yılında Bahri Zengin’le biri Ankara, diğeri Altınoluk’a olmak üzere iki kez ziyaretine gitmiştik.


Altınoluk ziyaretinde sohbetimiz, kültür sanat konularını kapsayacak kadar uzamıştı. Erbakan’ın divan edebiyatına, tasavvuf edebiyatına vukufiyetini görünce, şaşırmıştım. İslam şiiriyle ilgileniyordu: Mehmet Akif’i çok seviyordu. Necip Fazıl’ı beğeniyordu. Çağdaş Türk şiirini, Sezai Karakoç üzerinden tanıyordu. “Cahit, son zamanlarında güzel şiirler yazdı. Şiirin mimarı ve mühendisi olduğunu gösterdi. Şiirlerindeki buluşlar çok hoş.” dedi. Cahit Zarifoğlu’nun vefatının üzerinden henüz bir yıl geçmişti; sevdiği, genç yaşta ölümüne üzüldüğü belliydi. Afganistan cihadıyla yazılmaya başlanan ve “Korku ve Yakarış”ta yer alan şiirlerinden övgüyle söz etti.

Sanatın ve edebiyatın ülkemizde yeterince gelişmeyişini, devletimizin dünya sistemindeki yerine bağlıyor, büyük millet olmadan sanatta gerekli patlamayı yapamayacağımızı anlatıyordu. Büyük sanatçıların Osmanlı’nın sanat ve edebiyatta zirvede olduğu dönemde, 1453 -1700 yılları arasında yetişmiş olmasına dikkat etmemi söyledi.

Türkiye’deki İslami harekete kültür, sanat ve edebiyattan ciddi, köklü, etkili ve evrensel bir başarıyla kalıcı bir desteğin gelmediğini anlattı bana. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve birkaç şairle sınırlı kaldığını, beklenen gelişmeyi gösteremediğini söyledi. Güçlü sanatın, iyi bir eğitimin üstünde yükseleceğini ve bu yüzden siyaseti öncelemek gerektiğini anlattı. Bu sohbetin hatırası, kulağıma küpe yaptığım “Güçlü sanat, büyük milletlerde olur.” vecizesiydi.


“SİYASAL SİNAMA GELİŞTİİRİLMELİ.”


Yörünge Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm 1998 yılında İstanbul’da bir kez görüştük. Bu görüşmemizde “Le President” (Başkan, 1961) filmini benim bulup gönderdiğimi söyledim. “Biliyorum! Selamını aldım..” dedi.


“Merak ediyorum, bu filmi daha önce izlediniz mi? Nereden haberiniz oldu?” diye sordum. 1961’de Adnan Menderes’in asıldığı yıl, Türkiye’de gösterime girmediğini, darbecilerin bu filmin gösterimini yasakladığını anlattı bana. Yahudilerin ve Masonların dünya çapında “Le President” filminin gösterimini engellemek için çalışmalar yaptığını ve 1956-1963 arasında, Türkiye’nin ilk yerli motorunu, Gümüş Motor'u üretme çalışmaları sırasında yurt dışında, büyük ihtimalle Almanya’da ilk kez seyretmiş olabileceğini söyledi.


En son, 2004’te Tv5’in kuruluş çalışmalarında görüşmüştük. Televizyon ve sinema üzerine kısa bir sohbet etme fırsatı yakalamıştım. Sinemanın etkili bir sanat olduğunu, mesajın kitlelere ulaştırılmasında sinemaya ve televizyona önem vermek gerektiğinden bahsetti.


Küçük bütçelerle de bu işlerin yapılabileceğini, sinemayla ilgilenenlerin samimi, ciddi ve disiplinli çaba göstermeleri gerektiğini ve bunun cihat olduğunu anlattı. Tarihi film çekmenin büyük bütçe gerektirdiğini, ama güncel siyasi olaylardan hareket ederek yazılacak senaryolarla siyasal sinemanın küçük bütçelerle çekilebileceğini düşünüyordu.


Dünya sinemasından haberdar olduğunu fark etmiş, hayretle dinlemiştim; ülke sinemalarından, akımlardan ve yönetmenlerden bahsediyor, filmlerin isimlerini vererek örnek gösteriyordu.

Emperyalist güçlerin, siyasal sinemanın dünyada gelişmesini engellediğini; devletler oyununu, işbirlikçiliği ve sömürü düzenlerini deşifre etmek için siyasal sinemaya büyük yük düştüğünü anlattı. “Ülkemizde siyasal sinemanın gelişmesi gerekir.” dedi.

Erbakan Hoca, büyük kitleleri etkilediğinden televizyon yayıncılığının büyük sorumluluk ve Allah’a hesabını vermenin zor olduğunu anlattı bana. İdealist bir kadronun, profesyonelce ama amatör bir ruhla, disiplinli ve verimli bir çalışmayla, etkili bir haber kanalını yürütebileceğini anlattı bana.


Milli sinemada ciddi bir birikim olmadan, sanatta (edebiyat, tiyatro ve müzik) yeni kadroları yetiştirmeden genel ekran dizaynının hüsranla sonuçlanacağını düşünüyordu. “Mevcut medya düzenine uyumlu yayın politikaları, milletimizi aldatacaktır. Gerçekleri örtmek, oyun ve eğlenceyle insanları uyuşturmak hesabı verilemeyecek bir yayıncılık anlayışıdır.” demişti. İnsanlığın ve milletimizin gerçek meselelerine duyarlı yayıncılığın geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu.


28 ŞUBAT’TA “BAŞKAN” FİLMİNİ İZLEMEK


Hatıralarım arasında Erbakan’ın “Başkan” filmini gündeme getirişi ayrı bir yer tutar..

1997’nin Şubat ayında, Milli Gazete’nin genel yayın yönetmeni Ekrem Kızıltaş beni aradı, Erbakan Hoca’nın bir filmi istediğini söyledi. Sadece “Fransız filmi, ismi Başkan.” dedi. Film şirketlerini dolaştım. Sonunda filmi buldum: Fransız yönetmen Henri Verneuil’in “Le President” (Başkan, 1961) filmiydi bu.

Henri Verneuil, 1920 Tekirdag dogumlu ve gerçek adı, Achod Malakian. 1924 yılında Tekirdağ'dan Marsilya'ya göçen Ermeni bir ailenin çocuğu. 2002'de Fransa’da kalp krizinden öldü. Fransızlar için çoğu unutulmaz 40’a yakın filmi var. Sinema kariyerine kısa filmlerle başladı, 1952'deki ilk uzun metrajlı filmi “La Table Aux Creves” büyük başarı kazandı ve bununla tanındı. “Le Clan Des Siciliens” filmi de dikkat çekmişti. 1992'de 1915 olayları ve sonrasında ailesinin Tekirdağ'dan göçüş macerasını anlattığı Mayrig (Anne) filmini çekti. Erbakan Hoca’nın Ermeni asıllı bir Fransız yönetmene ilgisi, doğrusu beni bir hayli şaşırtmıştı.


Oyuncu kadrosuna baktım, baş rolde ünlü Fransız sinema oyuncusu Jean Gabin vardı, Bernard Blier , Renee Faure ,Henri Crémieux ve Alfred Adam da yardımcı oyunculardı. Fransız sinema oyuncusu, Jean Gabin, (1904 - 1976) İkinci Dünya Savaşı öncesi döneminin en gözde Fransız oyuncusuydu. Savaş yorgunu bir dünyanın ruhunu yansıtan, acılara göğüs germe felsefesinin önde gelen temsilcisi, klasik bir anti-kahramandı. Beyaz perdede daha çok toplum kurbanı olmuş, dışlanmış, yenik insanları ve hayatın mahvettiği, tutunma umudunu yitirmiş, toplum dışı serserileri başarıyla canlandırdı. Bu lümpen ve asi karakterler, tüm yerleşik değerlere karşı geliyorlar, ama iyilerin ve ezilenlerin de yanında yer alıyorlardı. Gabin 1930'larda Fransa'da ortaya çıkan Şiirsel Gerçekçilik sinema akımının önde gelen oyuncularındandı. Sinemadaki en parlak dönemini de iki savaş arasındaki bu yıllarda yaşadı. Birlikte en çok film yaptığı yönetmenlerden biri de, yine Şiirsel Gerçekçilik akımının babası olarak anılan Jean Renoir'dı. 1928 yılında başladığı sinemadan, öldüğü 1976 yılına kadar hiç kopmadı. Yarım asır boyunca 100'e yakın filmde rol aldı. Kalp krizinden öldüğü yıl bile film yapmıştı.


“Başkan” filminin televizyonlar için hazırlanmış kasetini aldım, üç adet VHS kopyasını çıkarttım. Çok merak ettiğimden, o gün oturup filmi seyrettim.


Jean Gabin’in oynadığı “Başkan” filminin konusu şöyle: Bir başbakan, feraset ve faziletiyle, bozuk düzeni, bürokrasinin, siyasetin, iş dünyasının ve medyanın nasıl yozlaştıklarını görüyor. Devlet kurumlarının nasıl kişisel çıkar için kullanıldığını, bunların başındaki bürokratların çıkarları için ne kadar büyük yanlışlar yapabildiğine tanık oluyor. Meclis’teki solcu ve sağcı milletvekillerinin küçük menfaatler karşılığında nasıl birer kukla haline getirildiklerini fark ediyor. Başbakanı olduğu iktidarlar partisi yöneticilerinin ve bakanların hangi kirli ve gizli işlere bulaştıklarını görüyor. Muhalefet partisinin niçin ve ne şekilde sömürü sermayeye uşaklaştıklarını seziyor. Bütün bunlara karşı tek başına siyasi bir mücadeleye girişen Başkan, başbakanlığa hazırlanan, masonların desteklediği ve Yahudi bir muhalif milletvekili olan Şalomon’la mücadele ediyor. Başkan, yakın çevresindekilerin, dava arkadaşlarının, partideki hizmet kadrosu olarak gördüğü kişilerin, omuz omuza mücadele ettiğine inandığı dostlarının dahi, hıyanet merkezleriyle ilişkilerine ve muhalefet partileriyle gizli işbirliğine şahit oluyor ve onların destek kılıflı kösteklerinden kurtulmaya çalışıyor. Dolayısıyla hem marazlı muhalefetle, hem de kendi iki yüzlü maiyetiyle uğraşıp herkesi kendi ayarında idare etmek, böylece olumlu ve onurlu hedeflerine, tek başına ve stratejik manevralarla yürümek zorunda kalıyor.


Sonra biri kendisine, diğeri Erbakan Hoca’ya olmak üzere hazırladığım iki kopyayı Ekrem Kızıltaş’a götürüp verdim. Erbakan Hoca, 2007’nin Şubat ayında, yani 28 Şubat askeri müdahalesinin arafesinde, Refah Partisi’nin Genel İdare Kurulu üyelerini, kimi bakan ve milletvekillerini, teşkilat yetkililerini konutuna davet ediyor. Konuklarına, benim bulup gönderdiğim, 27 Mayıs cuntasının Türkiye’de gösterimini yasakladığı, Fransız Ermeni yönetmen Henri Verneuil’in “Le President” (Başkan, 1961) isimli siyah-beyaz filmini izletiyor.


Filmi bulup gönderdiğim günden beri “Erbakan Hoca 28 Şubat’ta RP yönetimine “Başkan” filmini niçin izletti?” diye kendime soruyorum, Başkan filminde anlatılanlar, 28 Şubat’taki koşulları, çevresindeki insanları ve kendisinin verdiği mücadeleyi anlaşılır kıldığı için olsa gerek. “Erbakan Hoca da hem marazlı muhalefetle, hem de kendi iki yüzlü maiyetiyle uğraşıp herkesi kendi ayarında idare etmek, böylece olumlu ve onurlu hedeflerine, tek başına ve stratejik manevralarla yürümek zorunda kalmıştı.” demekten de kendimi alamıyorum. Erbakan Hoca, o zaman Tansu Çiller'in genel başkanı olduğu DYP’yle koalisyon hükümetinin Başbakanıydı çünkü. 28 Şubat sürecinde Demirel’in müdahalesiyle DYP karpuz gibi ortadan ikiye ayrıldı:


Hüsamettin Cindoruk’un öncülüğünde bir grup milletvekili DYP’den ayrılıp Demokrat Türkiye Partisi'ni kurdu. Demokrat Türkiye Partisi, Mesut Yılmaz başbakanlığındaki koalisyon hükümetine katıldı. Parti 1999 genel seçimlerinde oyların sıfır nokta yüzde elli sekizini aldı ve barajı aşamayarak TBMM dışında kaldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

MAVERA KERVANI

Barış çetrefil Kardeşlik güller şehridir Kitaba bakılır her adımda Mühürlü haber tartılır kuşlarla çiçeklerle Sarı sessizlikten muşt...