31 Mart 2009 Salı

YÜREKLİLİK YAŞTA DEĞİL

Güneşin gözünde herkes bir değil
Aşk kime ne öğretir
Ölümden çok çektik çok
Yoksulluktan ve gurbetten

Her korku bir değil
Yüreklilik ise yaşta değil
Ayrılık güneşli de olabilir değil mi
Gecesi gündüzü yoktur iyiliğin
Karanlık alçakları saklar


İstanbul, 1987

ZİYARETÇİ

Sıkılırsın diye
Gönlüne oyuncak
Sözcükler buluverdim

Sesimi boğsa da
Yitik kalabalık
Issız kuytu bir şiir
Okudum sana

Çinko bir gök
Çöl bir deniz
Bir karmaşa yeryüzü
Bir cezaevi şehir
Ziyaretçim sensin

Hasret işte orada
Çiçeği solmuş
Kanlı dikeni
Günlerin ipeğini
Yırtıp durmada

Cumaların kıyısından
Hoyratça çektiğimiz
Tebessüm ve gözyaşı
Öylece kalsın

Adana, 1983

AŞK TASLAĞI

Hayatımın odağındaki kadına: Hülyama..

Gençlikten elde ne kaldı
Renkli sıcak anılar
Tutkular umutlar
Heyecanlardan başka

Onlar ömrün bir köşesinde
Kar altında Palandöken’de
Yirmi yaş kışında kalmalılar
Kesinlikle rüya sayılmalılar

Kayıp bir aşk taslağıyız biz
Yeşil gözlü kadınla birlikte
Ne şiirde kopan yürek fırtınasıyız
Ne de şarkıda sönen yangınız

Çok eskilerde kalmıştır
Sabahları prangalayacak kadar
Can yakan ateşli şiirler
Gönle sunulmuş canlı kelimeler

Mutsuzluğu ne çok körükler sert eser
Başımızda dondurucu kavak yelleri
Acıları kanıksayana dek
Coşkulu büyük hayaller

Ümraniye, 2000

BİLİNÇ ALTI MAĞARALARI

Derin nefeslerden şifreli sözlerden
Soğuk sarı dakikalardan
Eli uzun yıldızların aklı bırakıp
Yüreğe değmesini beklemekten
Sıkıldı artık sesim

Parmak izi gösterip
Övünmek değil derdim
Açığa vurmak istiyorum her şeyi
Bilinç altı mağaralarında sakladığım
Gizlerimi

Söylemek isteyip de sustuklarım
Rüyalarım
Boğazımda düğümlenip de
Gözlerimden salıverdiğim
Kanat açıp giden bilinmezlikler
Uçursunlar beni bir yere
Sürüngen bilgilerim

Erzurum, 1987

ŞAİR GÜLÜŞÜ

Sevinmelisin
Karşına şair çıkarsa
Uğur getirir
Şair dervişin kardeşidir
Rüzgara vermiştir ikisi de
Hikayelerini

Coşkulardan
Görüntüler çeker dile usanmadan
Çılgınlığını aşar renklerin
Korunu söndürür ruhunda dilin

Ağlarken
Aldılar elinden neyi varsa
Açken sokaktayken
Sevdalıyken
Yüreğinde geçmiş zaman yanığı

Bakmayın
Gelincik tarlası olmasına yüzünün
Dokundukça derinleşir yaraları
Dünya saldırgandır
En yaman putlar saldırır

Acı kaldı geriye
Kalbin sılası da bu
Bir de seslere yansıyan yüzler ya da şair gülüşü

Bulmuşlar çıkış kapısını hayatın
Dalmadan çıkmaz sokaklarına
Fanilik bilgisiyle


Eyüp, 2005

SADIK YORGUN GENÇ ELLER

Haya pembesi yüzünde
Genç kızlığından beri annemin
Direğidir mutluluğunun
Saç diplerinden akan ter

Sabır mavisi susuşunda
Gönlünü babama verdiğinden beri
Sevda çiçeğidir yanağında gözyaşı damlaları
Döker gece gündüz yuvasında

Endişe sarısı bakışlarında
Dünya evine girdiğinden beri
Sadık yorgun ve genç ellerinden
Işık dökülür hayata ilmek ilmek

Sevgi beyazı dilinde
Anneliğinden beri sımsıcak
Umut acıdır yumrukları içinde
Üzerine titrediği çocuklarının

1980, Adana

CİN ALAYI

Kırmızı gül yas gecesinde
Ateşini içine atıp
Dumanını gizleyerek
Kuru yaprağıyla güler
Mezarlıkta
Kızıl salınışta
Böldü parçaladı uykuyu

Kış uykusunda sözcükler
Deniz kabuklarında
Şiir çökmüş yüreğine acının
Uyanıktır şairsiz bahçe
Çiçeklerin vakitsiz kokmalarından

Göz indiremez demir kapaklarını
Umutsuz bakışa ceza bu
Bilimin dili var
Fikri yok bu derde
İlhamdır ses veren
Tutuşturan tül perdeyi

Yedi ışığı şiirin
Adım atsan sana geri döner
Dursan sesini yitirirsin
Düğün alayında cinlerin

Adana, 2007

UZUN İNCE BİR ÇIĞLIĞIM

Bir doru umuda
Atlayıp
Dünyaya gelmemin
Deniz mavisi bir heybeti var
Gönül alan
Uzun ince bir çığlığım ben

Beyaz düşlere yatırdılar
Onca isimleri
O isimler
O isimlerin hepsi bendim
Müstakbel kahraman

Ayak altı edilen
Bir heyecanım ben
Soğuk koridorlarda
O beklenen o gelen
Savaşlarda yeri ayrılmış
Bir isimim
Vergi listesine yazılı

Şafak tülleri inince yüzüne
Gelincik gülüşüyüm annemin
Baharım
Bağına bahçesine sevincinin
Yağmurum
Ovasına kederinin
Uzun
İnce bir ufuğum hayata
Kırık
Dökük bir çizgi
Beşikten mezara

Ruhu benim evlerin
Fabrikaların ve parkların
Sesimle yıkılır meydanlar

Umut benim
Hastaneleri dolaşan cezaevlerini
Elime gelir peşine düşülen para
Yerini bulmak için

1980, Konya

ÇÖL KAPISI

Taş köprüdür şiir
Kalplerini bağladı ırmakla çölün
Aşk ise çöl kapısı
Mecnun'un durmadan dövdüğü
Leyla'nın açtığı

Başım
Göğsüne düşünce Seyhan'ın
Ter boşandı alnımdan
Güneşe uluyarak
Bakışınca bir çıplak tohumla
Anladım
Mecnun benim
Titredim
Sesimi gizleyerek Leyla'dan
Çölün yüreğiyle baktım
Mecnunun fersiz gözleriyle
Kurumuş çiçeklerle sessizce
Kederli bekleyişi bahçenin
Leyla'nın çocukluğunda
Mahzeninde belleğimin

Hayat ve ölüm yüklü Seyhan'a
Hayranım
Leyla'nın koşusuna öyle upuzun
Bu koşu bir ışık dalı salkım saçak
Peşinde tiril tiril kelimeler
Gökçe şiir
Türkçenin avlusunda

Günübirlik kederli akış
Leyla'nın ayaklarında
Kıyısına vurdukça çocuk ölüleri
Seyhan yüzüme tutulmuş fenerdi
Kendimi görürdüm
Her yağmur damlasında

Çok düşündüm Leyla'yı
Güzelliğini evini koruyan
Çok düşündüm kanamasını bahçenin
Eteklerini indirişini ağaçların yazı görünce
Çocuksuz Mecnun'u çok düşündüm
Pencerelerde bekleyişini Leyla'nın


İstanbul, 1992

27 Mart 2009 Cuma

BARLA’DA BAHAR


Barla’da bir kişi
Kalbinin
Kainatla konuştuğunu fark etti
Balık bülbül ve gül
Koroda ilahi söylerken
O susmadı
“Yaz kardeşim,”

Tabiattan kağıta
Işık seli halinde
“Haşir Bahsi”
Bastı yüreği
Ses titredi

Eğridir gölünde bir tekneyle
Balıkların zamanından geçiyor
Kandilinden geçiyor bülbüllerin ve güllerin
Kalbin
Mirac’ından dönüyor
“Bak Allah’ın rahmet eserlerine
Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor.”

Zikri nedir balıkların
Fikri nedir biliyor
Bülbüller de güller de aynı zikirdeler
Ve bin yıl önceki balıklarla
Bülbüllerle güllerle
“İşte bunu yapan
Ölüleri diriltendir
Onun gücü herşeye yeter.”

Yirmi yedi baharında
Barla’da diriliş gününde
Kainat
Yüzündeki güzel isimleri
Seyrediyor
Kur’an aynasında
“Bir köy muhtarsız olmaz.
Bir iğne ustasız olmaz sahipsiz olamaz.
Bir harf kâtipsiz olamaz biliyorsun
Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam
Şu memleket hâkimsiz olur.."

Yamaçtaki çam ağaçları
Birbirine benziyorlar
Ve bin yıl önceki çam ağaçlarına

Bahçe
Aynı baharı yansıtıyor içinde
Bin yıl önceki baharla

Yürekleri sesleri aynı
Görünüşleri farklı çiçeklerde
Kuşlarda ve balıklarda nurunu
Seyrediyor Kur’an
“Ve bu kadar çok servet

—ki her saatte
bir şimendifer gaipten gelir gibi
kıymettar musannâ mallarla dolu gelir,
burada dökülüyor, gidiyor—
Nasıl sahipsiz olur”

Kur’an’ın yaydığı ışık
Ve aydınlığı kainatın
Aynı kaynaktan
Kalbindeki nurla aynı


Barla, 2004

İSLAM, ŞİİR VE ŞAİR


Şiir, dilin doğuşuyla beraber yazıdan önce ortaya çıkmış bir edebiyat türüdür. Kendine ait dili, müzikalitesi, estetik bir etkileme gücü vardır. Eflatun, şiiri tanımlarken "büyülü söz" ifadesini kullanmıştır. Bizde de şiir için "sihr-i helal", yani "helal büyü" tabiri kullanılır. Büyü dinimizde haramdır, ama şiirin büyüsü başkadır. Şiirin öyle bir cazibesi vardır ki, insanın aklını başından alır, başka bir áleme götürür.

Montaigne diyor ki: "Nasıl ki mıknatıs bir iğneyi kendine çekmekle kalmaz; onu da mıknatıslayıp başka iğneleri çekme gücü verir. Tiyatrolarda daha açıkça görülür ki şairi öfkeye, yasa, kine kaptıran, dilediği yerde kendinden geçiren o kutsal ilham gücü şairin aracılığıyla oyuncuya, oyuncudan da bütün bir halka geçer. Birbirine asılan mıknatıslı iğneler dizisi gibi."

* * *

Şiir kelimesi dilimize Arapça'dan geçmiştir. "Şuur" kelimesiyle aynı köktendir. Manası, "fehm-i idrak", yani, "anlama, bilme" demektir. Ölçülü, biçimli ifadeler bütünüdür. Şu halde şiirin, bilgi elde etme vasıtalarından biri olması gerekir. Yani şiir, sezgi vasıtasıyla elde edilen bilgi çeşididir.

Bergson sezgiyi şöyle tarif eder: "Sezgi, bizi bir varlığın, dışımızdaki bir objenin içine sürükleyen zihni sempatidir. Böylece, içimizdeki şuurla dışımızdaki eşya aynılaşmış olur. Sezgi, şuurla eşya arasındaki farkı ortadan kaldırır. Ancak, şuurla eşyanın birleşmesinde eşyanın hususiyetleri ortadan kalkmaz. Benliğimiz bir an için eşyanın karakterine sığınarak onu olduğu gibi tanır. Bu bir nevi mistisizme ulaşmaktır." Nitekim, Necip Fazıl da "Şiir Allah'ı arama sanatıdır" demiştir.

"Şiirde bilgi olmaz, fikir olmaz, mana aranmaz, sadece bir duygudan ibarettir" anlayışı, şiir kelimesinin manasını bilmemek demektir. Bizde genel olarak düşünce geleneğimiz zayıf olduğundan, şiirlerimizde düşünce unsuru azdır. Ancak, dünyadaki büyük şairlerin şiirlerinde düşünce var, felsefe var. Şiirde daima iki unsur önemlidir: His ve fikir. Şiir, düşüncenin duygulaştırılması, duygunun da düşünceleştirilmesi şeklinde kıvama erer.

Kur'an-ı Kerim'in şairlere nasıl baktığına gelince; Şuara Suresi'nde, "Şairlere gelince, onlara da yoldan sapmışlar uyarlar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyi söylediklerini görmez misin? Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler neye, nasıl dönüşeceklerini yakında görecekler (224, 225, 226,227)" denilmektedir.

Müşrikler, Kur'an'ın gayb áleminden verdiği haberleri şeytanların ilhamı, nazmını da şiir olarak telakki ediyor, dolayısıyla Hz. Peygamber'e "káhin" ve "şair" diyorlardı. İşte bu ayetler, onların bu tür asılsız iddialarını reddetmek için inmiştir. Ayette görüldüğü gibi şiir ve şairler, mutlak olarak yerilmemiştir.

Aksine, şiirin iyisine ve güzeline insanları teşvik vardır. Kur'an her vadide dolaşan, iyi-kötü, eğri-doğru her konuya girerek toplumu etkilemeye çalışan ve sözleriyle fiilleri birbirini tutmayan şairleri makbul saymamış, onların peşinden sapkınların gittiğini vurgulamıştır. İman eden, yararlı işler gören, yüce Allah'ı çok anan, zulüm ve haksızlıklar karşısında şiirleriyle mücadele veren, hakkı savunan şairleri ise istisna tutmuştur.

Hazreti Peygamber'in ashabı içerisinde O'nun beğenisini kazanmış, takdirine mazhar olmuş birçok şairler vardı. Bunların başında Hasan Bin Sabit gelmekteydi. Şiirleriyle müşrikleri hicvederdi. Onun hakkında Hz. Peygamber, "Sen şiir irşad ederken bil ki Cebrail de seninle beraberdir" buyurmuştur.

* * *

Şiirin sosyal ve kültürel hayatımızda büyük bir önemi vardır. Şiirde elbette mecaz, kinaye, teşbih olacaktır. Ancak şiir sadece "sanat için sanat" değil, topluma yön verecek, tarihi şuur aşılayacak, haksızlığa karşı direnme gücü oluşturacak mesajları da ihtiva etmelidir. Arif Nihat Asya'nın dediği gibi:

"Beytiz, satırız, kinayeyiz, teşbihiz
Yollarda bu gün şiir, yarın tarihiz
Takip ederiz adım adım kafileyi
Şaşmaz kaderin elinde bir tespihiz."


Şairin bir özgürlük alanı vardır. O alan, insanın içinin, sezgilerinin, deneyimlerinin, hayallerinin ve duygularının alanıdır. Hiçbir şekilde müdahale kabul etmez. Şairler ve ozanlar da içlerinden, duygularından ve hayal güçlerinden fışkıranı yazar, söylerler. İslam, insan aklına ve düşüncesine özgürlük alanı açtığı gibi, şairin dünyasına da sonsuz bir ufuk açmıştır. Yeter ki Kur'an'ın yerdiği türden bir şiir olmasın.

Sonsuzluluğun eseri olan káinat bir şiirse, onu okuyan, yorumlayan zekáların arasından şairi çıkarıp atmak mümkün müdür?

Mehmet Nuri YILMAZ
Hürriyet, 22 Aralık, 2006

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5658416&tarih=2006-12-22

TOROS’UN KALBİ

Bir dağ tohumu taş sandım
Patladı patlayacak bu başımı
Toros’un bir deniz telaşıyla
Çarpan kalbi karşısında
Muhteşem gürültülü öpüşüyor
Sesimde ateşle barut

Dudağı sessiz sedasız
Sarkık duruyor gecenin
Sisli belleğimdeki anılarda
Ne kadar uzağında olabilir acının
Ölü vakitlere yaktığım ağıtlar

Yazın alev almış çığlığı
Büyük yayla bahçelerinden
Uzuyor şiirlerine gençliğimin
Yüzümün eşsiz esmerliğinden
Bilinçaltı suyu geçiyor

1980, Bürücek

ÇÖL KAPISI

Taş köprüdür şiir
Kalplerini bağladı ırmakla çölün
Aşk ise çöl kapısı
Mecnun'un durmadan dövdüğü
Leyla'nın açtığı

Başım
Göğsüne düşünce Seyhan'ın
Ter boşandı alnımdan
Güneşe uluyarak
Bakışınca bir çıplak tohumla
Anladım
Mecnun benim
Titredim
Sesimi gizleyerek Leyla'dan
Çölün yüreğiyle baktım
Mecnunun fersiz gözleriyle
Kurumuş çiçeklerle sessizce
Kederli bekleyişi bahçenin
Leyla'nın çocukluğunda
Mahzeninde belleğimin

Hayat ve ölüm yüklü Seyhan'a
Hayranım
Leyla'nın koşusuna öyle upuzun
Bu koşu bir ışık dalı salkım saçak
Peşinde tiril tiril kelimeler
Gökçe şiir
Türkçenin avlusunda

Günübirlik kederli akış
Leyla'nın ayaklarında
Kıyısına vurdukça çocuk ölüleri
Seyhan yüzüme tutulmuş fenerdi
Kendimi görürdüm
Her yağmur damlasında

Çok düşündüm Leyla'yı
Güzelliğini evini koruyan
Çok düşündüm kanamasını bahçenin
Eteklerini indirişini ağaçların yazı görünce
Çocuksuz Mecnun'u çok düşündüm
Pencerelerde bekleyişini Leyla'nın


İstanbul, 1992

YAZMAYI SEÇMEK

Yazarlığığı meslek olarak seçmenin, yazardan yazara değişen ilginç bir hikayesi vardır. Topluma verilmesi gereken bir mesajın olması ve bunun yazar adayında yaptığı baskı, en yaygın dile getirilen gerekçedir; ‘yazmasam, ölecektim..' diyerek anlatılmaya başlanır genellikle. Yazarlığı seçmede çevrenin sıcak, hoş ilgisi de etkilidir; edebiyata ilgileri canlı bir çevrede yazmaya başlamak, doğrusu bir yazar için büyük şanstır. 

Ne var ki yeteneğe güvenmenin yazarlığı seçmede en doğru gerekçe olduğunu düşünmüşümdür hep; fark edilir derecede iyi ifade gücümün oluşu, kalemi zekice, çevik ve cesur kullanmam, doğrusu benim yazarlığı seçmemde etkili oldu. Sezai Karakoç,‘yetenek'in ilahi genel izin olduğunu belirtir. Çalışarak özel izin da alınacaktır.

1982 Nobel ödülünün sahibi ünlü romancı Gabriel Garcia Marquez, yazar olma kararı verdiği anı, çarpıcı bir şekilde anlatır. “1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.” İşte bu Marquez'in yazarlığı seçme hikayesi benimkine çok benziyor..

1977 yılıydı.. Bir yıl önce hizmet vermeye başlayan ‘Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi'nin zengin kütüphanesinden istediğim kitabı alabiliyordum. Bir hafta içinde okuyup kitabı teslim etmem gerekiyordu ama ben hep vaktinden önce değişiyordum kitabı, istediğim kitabı alma özgürlüğünü sürdürebilmek için. Adana İmam Hatip Lisesi ortaokul bölümünün son sınıfı öğrencisiydim ve hummalı bir okuma dönemiydi benim için o yıllar.
Çevremin etkisiyle Nazım Hikmet'in şiir kitaplarını okuyordum. Bir gün, öğle tatilinde, yemek için verilen bir saatlik arada, sınıfta oturmuş, Nazım Hikmet'in şiir kitabını okumaya başladım. ‘Kara Kaplı Kitap' şiirine gelmişti sıra. Başlığını okudum, irkildim, ilk dizesinden itibaren başladım sarsılmaya: ‘Yaldızlı meşin kabı / Parçalanmış kitabı / Ay altında dün gece / Deli bir derviş gibi / Mumu sönmüş rahlesi yere devrilmiş gibi / Okudum saatlerce' diye başlıyordu şiir..

Nazım Hikmet, bu şiirde peygamberler tarihini ironik bir dille anlatır. İnançsızlık, medeniyetine, toplumuna ne kadar yabancılaştırır sanatçıyı, bu şiirle anladım. Alçaklığı yakından ve bütün çıplaklığıyla görmekten sarsıldım. İğrenerek birkaç köz okudum. Onyedi yaşında bir Müslüman genç olarak beni Nazım Hikmet bu şiiriyle fena üzdü. İmam Hatip Lisesi öğrencisi olmanın anlamını artık daha iyi kavrıyordum: Şiirin ortalarında ‘Yaldızlı meşin kabı / Parçalanmış kitabı / Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya / Attım kör bir kuyuya' diyordu  ve şair, bu dizeleriyle, William Ewart Gladstone'nin ağzıyla konuşuyordu. 93 Harbi yıllarında İngiliz Başbakanı William Ewart Gladstone, Lordlar Kamerası'nda elinde Kur'an'ı kaldırmış, “Bu Kur'an Müslümanların elinde durdukça biz Türkleri yenmiş sayılmayız!” diye haykırmıştı çünkü. Anti emperyalist bilinen bir şairin ruhunu nasıl emperyalizme sattığını gösteriyordu bu şiir. O yaşta bağımsızlıkla din ve medeniyet arasındaki ilişkiyi kavramıştım birden.

Nazım Hikmet'in ‘Kara Kaplı Kitap' şiirini okuyunca, tıpkı Gabriel Garcia Marquez gibi,Lanet Olsun!' diye mırıldandım kendi kendime. “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun!” dedim ve şair olmaya karar verdim. Aynı tepkiyi vermiş olmak, hala şaşırtır beni. Marquez'in romanlarını daha farklı bir duyarlılıkla okudum.
12 Eylül askeri müdahalesine götüren süreçte, ülke genelinde terör yükselişteydi; sağ ve sol kutuplara ayrılan gençlik kanlı bir kavganın içine çekilmişti. Oyunu görmüştüm; darbe ortamı hazırlanıyordu. Çağımla, dünya güçleriyle, yerli işbirlikçilerle ve düzenle edebiyat üzerinden hesaplaşacaktım.

Okul arkadaşlarımdan Mustafa İnan, Mahmut İnan, Zeynel Coşkun o sırada sınıfa girdiler. Onlara şiiri göstermedim. ‘Şair olmaya karar verdim.' dedim yalnızca. Ne kadar ciddi ve kararlı olduğumu görüyorlardı.. Bir şeye bozulduğumu da anlamışlardı. Yunus Emre, Mehmet Akif, Necip Fazıl olmak ne kadar büyük bir onurdu. Arkadaşlarım şaşkınlık içinde ama sevinçle beni tebrik ettiler; tek tek kucaklaştım. Kantine gittik, çay ikram ettiler bana. Onları da kitap okumaya teşvik ettim sürekli.. Onlar da yazdığım her şiiri sıcak bir ilgiyle karşılayarak, edebiyat uğraşıma destek oldular.

Bu kararı verdikten sonra, aynı yıl, 1977'de okulda açılan hikaye yarışmasında birinci oldum. Müdürümüz, Nuri Pakdil'in Kahraman Maraş Lisesi'nde sınıf arkadaşı olan Mehmet Sait Kırmacı, ödül olarak beni Edebiyat dergisine abone yaptı. Müdürü, her hafta odasında ziyaret eder, kültür, sanat ve edebiyat üzerine sohbet ederdim. O sohbetler, benim ufkumu açtı, yolumu aydınlattı. Adana'daki başka Edebiyat dergisi okurlarıyla da tanıştım zamanla.. ‘Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi'ne daha düzenli, daha bilinçli gitmeye başladım. Mavera, Yönelişler dergilerine de abone oldum. Adana'daki sanat - edebiyat çevrelerini tanıdım.. 

Şair olma kararı verdikten sonra, 1981 yılına kadar, dört yıl boyunca, düzenli bir şekilde edebiyat dergileri ve kitaplar okudum. Şair olma kararı benim okumalarımı disiplinli hale getirdi, notlar alarak kitapları daha etkin okuyordum artık ve yazı hayatımı verimli kılıyordu bu.

Şair adayı olarak çok şanslı olduğumu söylemeliyim. Mavera yazarlarından Cahit Zarifoğlu'yla yazışmaya başladım. Ağabeyi Sait Zarifoğlu, Orman İşletmeleri Bölge Müdürü'ydü.  Müdürümüz Mehmet Sait Kırmacı ve tanışma şerefine nail olduğum Sait Zarifoğlu, benimle yakından ilgilendiler. Çok samimi arkadaştılar ve günlük görüşüyorlardı. Haftalık ziyaretlerde, okuduğum kitaplar üzerine sohbet ediyorduk, onlara şiirlerimi gösteriyor, değerlendirmelerini alıyordum.

Yazma kararı, bilinç, seçim, yaratıcılık ve idealizm gerektirir. Yazma eylemi, değerini başlangıcında edilen niyetten alır. Yazmak, hakikate ve özgürlüğe hizmettir. Yazmak, mümkün olan en büyük okuyucu topluluğu oluşturma amacı güttüğünden vahdete hizmettir, aynı zamanda...

http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/935610-yazmayi-secmek

25 Mart 2009 Çarşamba

İNSAN YÜKÜ



Mustafa Yürekli'nin ilk kitabı olan İnsan Yükü'nde, 1980 -87 arasında yazdığı şiirler, şairin ilk dönem şiirleri yer almaktadır. Bu şiirlerde şair, şiirinin imge yapısını sağlamlaştırır. İçe ve dışa bakışlardan oluşan şiirsel görünümler imgeleşerek insan gerçeğini ortaya koyarlar.

Mustafa Yürekli İnsan Yükü'ndeki güçlü şiirleriyle 80 kuşağından sıyrılıp öne çıkmıştır.

MAVERA KERVANI

Barış çetrefil Kardeşlik güller şehridir Kitaba bakılır her adımda Mühürlü haber tartılır kuşlarla çiçeklerle Sarı sessizlikten muşt...