19 Aralık 2009 Cumartesi

MAVİ BAKIŞILI BEYAZ KELİMELER


Yalnızlığım boyunca
Ne şiirim aşksız
Ne de aşk şiirsiz yapabildi
Kederimin hiçbir evresinde
Kedisiz bir gün bile geçirmeyen
Bir gönül olarak
Hepinize Türkçe’de günaydın

Beyaz tüylere gömülü
Sıcak mavi bakışlarıyla
Dilinize sürtünen
Mırıl mırıl kelimeleriniz olmas dileğiyle

Sonra bir umudum bile yok diye
Sızlanmazsınız hiç olmazsa değil mi

Acıbadem, 1989

17 Aralık 2009 Perşembe

FECİR KIRIKLARI KESTİ SESİMİ


Dudakları ilk harfine değdiğinde bu şiirin
Kalbe küskün baktığında akıl
Fecir kırıkları kesti sesimi
Issız kelimelerde atların mahzun bakışları

İlk aşkın özenle yonttuğu
Parlattığı ağıtı gençliğimin
Kınalı parmaklarıyla hazırladığı bohçada gitti
Kanadı kırık acım iz bilmez yolcularda

Karşı yakadaki yüzünden kopardığı
Gülümseyiş parçaları pençesinde
Üstünde anı dolu uçurumun
Süzülüyor belleğin kartalları

Her dizede dipte gizli ürpertiler
Uzaklardaki soğuğundan geldi
Gönle sığmayan yası terk ediş
Her harfi inletiyor sessizlikte

Erzurum, 1986

ELMA SOYAN KADINLAR


Kadınları neyin topladığını biliyorum
Bıçakla yüzüm arasına

Yetimliği kaldırıp
Çocukların üstünden atamama kederinin yanına
Sevinçlerine hayranlığımı koyuyorum
Dallarını tomurcuk basmış ağaçların

Sevecenlikle evirip çevirdiği elmayı soyuyor
Bir çift beyaz eldiven
Paslı bıçağı pek keskin
Teninde bıraktığı hazla kanıyor tazeliğin
Dizlerinden elbisesi kıvrım kıvrım
Dökülüyor unutuşa

Umut göz kamaştırıcı
Kırılgan bir pembelik
Kalan dallarımızı fırtınadan sonra
Bakışarak usulca tek tek sayıyoruz

Üsküdar, 1995

6 Ekim 2009 Salı

ELİMİ KOLUMU DÜŞÜRDÜN


ELİ KOLU DÜŞEN

Bir serçe gibi girdin yalnızlığıma
Davetsiz ürkek ve sevimli
Kalbime kondun bu yüzden
Buralarda üzgün bekletip
Elimi kolumu düşürdün benim

Gözlerimin ışığı üzerine yemin ederim
Gönlümün sevdada acemiliği bu
Ne gece yıldızlarını arkadaş gönderdi
Ne de kış oynadı benimle
Yalnızlıktan kar kaplı kalbim oysa


Erzurum, 1988

5 Ekim 2009 Pazartesi

SEVGİ SESİ



Umut titreyen ellerimden tutup
Geçirmeseydi kara günlerden kötü fikirlerden
Hayatın can yongalarımı koparıp da vermediği zamanlarda
Açık kapıyı bulana kadar yükümü hafifletmeseydi
Bir ömür tek adım bile atamazdım bu cılız bacaklarla küçük ayaklarla bu yolda

Umut içimdeki tükenmez sevgi sesi
Sevgidir beni böyle eritip
Rahmine döken ırmakların
Okyanusa yollayan

Fatih, 1998

30 Eylül 2009 Çarşamba

ÇİÇEKLİ SESSİZLİK


Güneşin gözü
Batı rüzgarının esintisi altında
Ufalanan
Ey şehvetle şekillenen kaya
Sen sabır taşısın kaybedilmiş toprakların
Sen yaşanmamış fetihlere
Can katan yürek
Sen gökkuşağı
Sen biçilmiş ekin
Sen gül
Sen çiçeklenişi sessizliğin

Güneşin paletinden
Peygamberin dudağından
Yüzyıllar önce doğan heykelisin gönlümün
Sen zirvelerinin kucaklaşması
Zamana pes etmemiş sıra dağların
Dile gel anlat ey kaya
Sen birinci dünya asvaşında milli mücadelede
Yedi yıl savaşan askersin
Sen Çanakkale destanısın
Sen tek yürek tek sissizlik
Sen ateş gibi kızıl deniz gibi
Tanrı'dan başka bir şey görmeyen ey kaya
O deniz sensin
O ay yıldızın buluştuğu kan denizi sensin şimdi
Sen ödülsün dünya hayatına
Sen sermayesin ahirete
Gölgesiz uçan kartaldır senin dalgan
Sen gelin sen bekleyiş
Sen içimizdeki sonsuz diriliş
Köpüktür gökkuşağıdır rüzgardır artık her şey

Eyüpsultan, 2007

29 Eylül 2009 Salı

IŞIK IRMAĞI




Yüzü gökyüzü çiçeği
Sapsarı açmış kocaman
Yüzü bir ırmak
Muhabbet ovasında akar
Kıyılarını döven bir büyük ışık
Gözleri kırmızı gülü suların
Tomurcuğu ufku sarmış

Güneş batmaz merhamette yükseliyor
Yürek güneşi
Mezar taşına yazılı şiir
Uzun kış gecelerinde içe sığmayan
Bir umut
Bir heyecan dalgadan dalgaya salınan

Gece karlı dağ başlarında kayıp
Beyaz haber güvercinleri mi parmakları
Susunca sessizlik buz kesildi
Boğazına mı takıldı bir hurma kütüğünün
Gözlerini kapayınca
Karanlık gözüne mi kaçtı bir gelinciğin
Ben ormanın avucunda gizlenen çiy diyeyim
Siz çoktan Akdeniz'in külüne gömülmüş bir ses anlayın


Erzurum, 1987

24 Eylül 2009 Perşembe

YEĞNİ GÖLGE




Sesiyle ruhu sarsan kuşlar var
Yeşili ölüm öncesinde çok canlı yaprakların
Renkleriyle dokununca çiçekler
Kalp duracak gibi oluyor işte

Sağlıklı beden hediye edildiği günlerin birinde
Kalbine doğru koşmaya başladı
Kanı ırmaklarla yarışırken
Ne denli yeğnildi gölgesi böyle

Bürücek, 1981

YÜZ ÜSTÜ



Güneşteki gülüş
Dosta bir selamdır
Sudaki coşku da vuslat arzusu

O kederli adamın
Yanıbaşında hareket ettikçe ben de
O okuyan adamın
Arkasında ilk sırada alacakaranlıkta
Vücudumun ışıltılı mavisini
Aydınlıkta kımıldattığımda
Ne denli uzundu boyum yer altına doğru

Ayakta duruşlar iki büklüm oluşlar
Ürkek yüz koyuşlar toprağa
Yeryüzü nesnelerindeki ellerini anışlar

Eyüpsultan, 1987

19 Eylül 2009 Cumartesi

SOFRA IŞIĞI



Ramazan'ı koşuyoruz
Kalp koşusu madalyaları topluyoruz
Evlâdiyelik bahçelerinde oruçların
Uzun ve yoğun yağışlarında anlamın
Yüreğini indiriyor gökyüzü
Başı üstüne yeryüzünün

Sıcak bir aydınlık içte gün boyu
Geçmiş bir seraba dönüşmüş umudun eşiğinde
Rüzgârı durdu eşyanın
Sözün çekildi karanlığı
Bir bir söndü yıldızlar şiirlerde
Sevgi ışıyor sofralarda
Birlik sevinciyle..

Adana, 1986

3 Temmuz 2009 Cuma

GEÇİT / Mustafa Yürekli


Çimen kokulu taşlar
Rüya göremez
Döşendiği yollarda
Tavşan uykusundayken

Gözyaşıyla yıkanmış yüzleri
Unutur çiçekler
Sönmez bellekte küllenmiş
Veda sözcükleri oysa

Altın yıllar geçiti
Sararmış firezler
Muhabbet saatleri
Değirmen ark ve söğüt

Bir çileden ötekine atlanan gökyüzü
Yorumu aya yıldızlara bırakılmış
Uçurtmalı tepeler
Gençlik gelecek zamanı toprağın

Adana, 1980

18 Haziran 2009 Perşembe

IRMAK ÇIRAĞI


Sen ırmakların çırağısın bırak
Zaman boz bulanık
Aksın gençliğin taşkın kalsın

Son nefese kadar
Savun bahçelerini içinin baharı
Hazana karşı

Kaygılar korkular göğsünde
Otağ kurmuş aman içine çek ışığı
Kelimeleri topla kalbine sal sesini evrenin

Kitap tütün ve birçok şiir bahar hakkıdır
Bu topraklarda doğan fikir sensin ak akabildiğin kadar
Mamur şehirlerde çaldırma yarınları

Adana, 1980

17 Haziran 2009 Çarşamba

SÜT KOKAN KELİMELER




Işıklı çizgileri alnımın
Günlerin gidip de dönmediği
Şiir kuşları havalanır bin satırdan
Okunaksız alın yazımda

Acıdan hicaba büründüğünden
Göze kan oturmuş
Delinmiş istiare uykusu
Geceye törpülenen

Yalnızlığı ilham basıyor
Yankı vuruyor gönül dağıma
Ağzı süt kokan kelimelerle
Şiir emdi gençliğimin güzel günlerini

Adana, 1980

12 Haziran 2009 Cuma

KADIN SUSKUNLUĞU


Yoksullukla yoğrulmuş soluk
Gül yüzlü kadınlar gözü yaşlı
Talihin dönmesini bekler
Nicedir suskun kederli bakışlarla

Umut bir adım önünde acının
İpek böceğidir her biri yer bitirir sessizliğini
Söz birliği etmişçesine
Kozasında söyler ağıtları uzun havaları

Adana, 1979

8 Haziran 2009 Pazartesi

Şairin üç darbelik canı var













ismet özel, milli gazete’de (10.06.1987) vefatından üç gün sonra cahit zarifoğlu’na dair kaleme aldığı, “kardeşimiz, değerli şair, saygıdeğer kişilik sahibi cahit zarifoğlu dünyamızdan ayrıldı.” cümlesiyle başlayan bir yazı yayınladı.

bu yazıyı, bugüne kadar unutamayışımın nedeni, toplumun sancılı dönemlerinde, genelde kültür, sanat ve edebiyatın, özelde şiirin dumura uğratmasına yaptığı atıftır: “12 eylül 1980’den sonra açılan siyasî yol üzerinde bulunuyoruz. 12 eylül’den bu yana birçok türk şairi öldü. şairlerin kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde peşpeşe sayılabilecek bir zaman dilimi içinde peşpeşe sayılabilecek sıklıkta ölümü tatmalarında düşünmeye açık bir özellik var. müslüman çevreye yakın olmayan şairlerden ergin günçe, turgut uyar, metin eloğlu, edip cansever, 12 eylül’den sonra öldüler. müslüman şairlerin büyük ismi necip fazıl’ın ölümü de, cahit zarifoğlu’nun ölümü de 12 eylül rejiminin izlerinin devam ettiği zamanlara rastladı. insan ömrünün takdir edilmiş bir zamana bağlı olduğuna itikadımız tamdır. böyle olduğu içindir ki, şairlerin ölümüyle şiiri dumura uğratan bir sosyal değişikliğin, siyasî çerçevenin birlikteliğinde düşündürücü bir taraf aramadan edemiyorum.”

türkiye’de, 20 yüzyılda, sosyal/siyasal gelişmelerin kültür ve sanatı olumsuz etkilemesi görmezden gelinen bir sorundur: oysa beş askeri müdahalenin, 27 mayıs 1960’tan başlayarak 12 mart, 12 eylül, 28 şubat ve 27 nisan’ın kültür ve sanata yıkıcı etkisi hayati öneme sahip bir araştırma konusudur.

çünkü her kültürün içinde doğduğu toplum hayatıyla iç içe ilişkisi vardır. kültür verilerinin hayata bağlı bir anlamı vardır. geçmişteki kültür ürünlerinin hayati işlevleri bakımından değerlendirilmesini ve yorumlanmasını sanattan soyutlanmış bir bakışla yapmak nasıl mümkün olabilir?

toplum, sancısını kesebilmek için bilimsel çıkış yollarını unutup siyasi başarılara yardıma yönelmiş akımlara sarılıyor. ülke için siyasetin tek kurtuluş yolu haline gelmesi ise bir faciaya yol açar: siyasi hareketler, eşi görülmedik bir biçimde, kültür akımlarını etkilerler. böylece, sanatsal bakış, belirli sınırlara itildiğinden, kültür ürünlerinin hayati açıdan anlamlandırılması girişimleri zayıflar.

yaşamasındaki itici gücü, yani temel sorununu yitirmiş bir toplum, içine düştüğü karmaşada, yapay sorunlarla oyalanmaya başlar. sancılı bir toplumun, arayışını icat edilmiş sorunlarla anlamlı kılmaya uğraşması boşunadır.

dolayısıyla cumhuriyet döneminde, mehmet akif ersoy başta olmak üzere, yahya kemal beyatlı, sultanu’ş şuara necip fazıl yısakürek, yeryüzünün günümüzde yaşayan en büyük şairi sezai karakoç ve çevresinde toplanan müslüman şairler, toplum yaşantısının itici gücüne destek verdiler. şairlerimiz, bu duruş ve tavırlarının ağır bedelini ödediler.

sancılı dönemler, en çok sanatçıları, özellikle de şairleri yıpratıyor. cahit zarifoğlu, 27 mayıs, 12 mart ve 12 eylül askeri müdahalelerine tanık oldu ve ismet özel’in de ifade ettiği gibi 12 eylül’ün getirdiği kargaşada hayatını kaybetti. cahit zarifoğlu, bir şair olarak ancak üç askeri müdahaleye dayanabildi ve üçüncü askeri müdahalede canından oldu.

bu yüzden ülkemizde şairin üç darbelik canı var diyorum.

rahmetli cahit zarifoğlu’nu ölüm yıldönümünde büyük bir sevgiyle, özlemle ve dualarla anıyoruz.
dayanıklı şairlerimiz de var. bu konuyu da başka bir yazıda işleyeceğim.

Mustafa Yürekli

Haber 7
mustafayurekli@gmail.com

28 Mayıs 2009 Perşembe

YÜREĞİN DOĞUSU



“ Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp)


ahiret yurdunu ara. Dünyadan


nasibini de unutma!


Allah’ın sana ihsanda bulunduğu gibi


sen de ihsanda bulun.


Yeryüzünde fesat arama.


Çünkü Allah fesatçıları sevmez.”


Kasas Suresi, Ayet: 77.


Yörük kocası o gün
Bir yabanıl dilden
Tecrübesini konuşturdu
Kalplerimiz titredi

Akıncı kılıcıydı elinde dil
Bir cerrah özeniyle
Merhametle kullanmış
Hayat bir ırmaktır
Cennete dökülen dediğinde
Varlığımızın ortasında

Meğer bir yolcuymuş
Dedemiz
Güneş batısındayken yüreğinin
Haber vermemiş bize
Ümit nuru söndüğünde
O siyah camda
Bir baktık
Doğusunda güneş yüreklerimizin

Biliyoruz artık
Cennet tohumlarını
Ve dünya dişi
Ebedi uykuya dalacağımız
Kucağı değil mi açılan mezar
Toprak ananın


Eyüpsultan 2007

Atatürk’ün ölümünde Necip Fazıl ne yazdı?


Necip Fazıl Kısakürek, 25 Mayıs 1983’te İstanbul’da vefat ettiğinde, Uğur Mumcu, Cumhuriyet’teki köşesinde yayınladığı “Necip Fazıl” başlıklı ünlü yazısında, “Herkes, inandığı, sevdiği yazarı, şairi dilediği biçimde anmalıdır. Nazım Hikmet gibi Necip Fazıl gibi şairlere asla siyasal koşullandırmalar ile bakmamayı öğrenmeliyiz.” dedikten sonra, bugüne kadar unutamadığım “Necip Fazıl iyi bir şair. Hiç şüphe yok. Necip Fazıl bir "Atatürk düşmanı". Buna da hiç şüphe yok.” şeklindeki cümleleri yazabilmişti. O yazı çelişkilerle doluydu; hiçbir yazara yakıştıramayacağım sözkonusu iftira, yalan ve düşmanlık dolu metni, ölümünün hemen ardından yayınlaması, beni derin yaraladı.

O günden sonra Necip Fazıl’ın eserlerini okurken Atatürk aleyhinde bir ifadesi var mı diye hep dikkat ettim, ama bulamadım. 1997 yılından beri belgesel yapıyorum, yakın tarihi basından ve kitaplardan araştırıyorum. Necip Fazıl hakkında yazılan olumlu olumsuz bütün metinlere baktım, "Atatürk düşmanı" olduğunu gösteren bir yazısıyla karşılaşır mıyım diye, ama karşılaşmadım.

“ATATÜRK” “NECİP FAZIL” HOROZ DÖVÜŞÜ

Necip Fazıl Kısakürek, hayatta olsaydı da, Atatürk’ün ölümü münasebetiyle yayınladığı yazısını bulup çıkardığımı ve "Atatürk düşmanı" olmadığına dair kaleme aldığım bu yazıyı görseydi, sanırım bana teşekkür ederdi. Hemen belirtmeliyim ki Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’u 20. yüzyıl edebiyatımızın, özellikle şiirimizin sütunları görüyorum. Necip Fazıl Kısakürek, hayatı boyunca yaptığı gibi benim de ülkede oynanan oyunu bozmak için yazdığımı görünce mutluluk duyardı.

Ülkeyi horozcu kahvesine çevirdiler.. Horoz dövüşlerinden geçiniyorlar. Ardı arkası kesilmez horoz dövüşleriyle geçinip gidiyorlar, bedavadan kariyer yapıyorlar ve servetlerini katlıyorlar.. Bir bakıyorsunuz “sağ” / “sol” horozlarının dövüşü, bir bakıyorsunuz “Türk” / “Kürt” horozlarının dövüşü, bir bakıyorsunuz “laik” / “antilaik” horozlarının dövüşü.. Horoz dövüşleriyle darbe ortamı hazırlanıyor, bir ekip gelip devlete el koyuyor, hazine boşaltılıyor, ülke yağmalanıyor ve servetlerini binlerce kez katlıyorlar. Bir askeri müdahale, milletimiz açısından iki savaş yenilgisinden de beter.. Darbelerin hep siyasi sonuçları üzerinde duruluyor. Oysa darbelerin ekonomide ve dış politikada yaptığı tahribat daha büyük..

Horozcuların “laik” / “antilaik” dövüşünde ortaya attıkları ve oynadıkları büyük horoz hep “Atatürk”tür. Adı dövüş olsun diye karşısına bulup çıkardıkları irili ufaklı rakip horozlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’tir. Mustafa Kemal Paşa’nın manevi kişiliği ile Necip Fazıl Kısakürek’in manevi kişiliğini karşı karşıya getirmek ve dövüştürmek her zaman ilgi çekmiştir.. Doğrusu Necip Fazıl Kısakürek de hem kimi eserlerinde ele aldığı konular, tartıştığı meselelerde sergilediği yaklaşımlar ve ileri sürdüğü fikirlerle, hem de taşkın mizacı, büyük birikimi, parlak zekası, üstün muhakeme gücü, polemikçi kişiliği ve eşsiz coşkulu üslubuyla horoz dövüşlerine uygun bir isimdir.

Horozcuların yaptırdığı “Atatürk” / “Necip Fazıl” horoz dövüşünden bahsederken, her iki ismi de tırnak içinde yazışımın özel bir nedeni var: Dövüştürülen her iki şahsiyet de hayalidir, siyasi sembol olarak kullanılmaktadır, kendi kişisel tarihi gerçekleriyle hiçbir ilgileri yoktur..

Burada hemen belirtmeliyim ki Necip Fazıl Kısakürek, ne Mustafa Kemal Paşa hayattayken, ne de vefatıdan sonra, ona karşı saygısızlık yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına, Milli Mücadele’deki hizmetlerine her zaman hayranlık duymuştur.

Necip Fazıl Kısakürek’in eleştirilerinin hedefinde hep CHP olmuştur. Mustafa Kemal Paşa döneminde olsun, İsmet İnönü döneminde olsun, uygulanan politikalardaki yanlışların altını cesurca çizmiştir.. CHP’nin temsil ettiği, egemen Batıcı zihniyeti sorgulamaktan çekinmemiştir. Lozan’dan başlayan sürece eleştirel yaklaştığı doğrudur. Özellikle Milli Şef İsmet İnönü’nün ve dönemindeki CHP diktatörlüğünün eleştirilerinden büyük pay aldığı da doğrudur. Necip Fazıl Kısakürek muhalif duruşunun bedelini de ömrünün en güzel yıllarını cezaevlerinde geçirerek ödemiştir.

Bütün bu gerçekler, Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Paşa’ya duyduğu sevgiyi, saygıyı ve hayranlığı gölgelemez. Dolayısıyla horozcuların yaptırdığı “Atatürk” / “Necip Fazıl” horoz dövüşü büyük bir haksızlıktır; milletimizin gönlünde taht kuran bu iki büyüğümüze ve hatıralarına karşı büyük bir saygısızlıktır..

ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDE NECİP FAZIL NE YAZDI?

Burada, Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Paşa’nın ölümü münasebetiyle kaleme aldığı yazısını dikkatlerinize sunmak istiyorum. Gazi hakkında ölümünden 15 gün sonra, 25 Kasım 1938’de yayınladığı bu yazısında üstadın dikkat ettiği hususları, yaklaşımlarını, şahsiyetine dönük fikirlerini ve samimi duygularını göreceksiniz.. Necip Fazıl Kısakürek’in, Gazi’nin vefatının dünya kamuoyunda yarattığı yankılara ve hemen her devletin akın akın taziyeye gelişlerine bakıp “Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur.” deyişi, olaya objektif baktığını, müthiş gözlemciliğini ve eşsiz muhakemesini yansıtan bu sözler, sanırım ele aldığımız konuya gerekli ve yeterli açıklığı kazandırmaktadır. Önce yazıyı okumanızı rica ediyorum. Sonra bu konuda belirtilmesi gereken birkaç hususu da dikkatinize arz edeceğim:

“Son on beş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe Sarayı’nı yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaban bir idrak işkencesi; Atatürk’ten bir parça halinde kalan bir çok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir daire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal hissi veriyor. Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasıyla ölüm, Atatürk’ü hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü. (Kişiliği ve kimliğinin büyüklüğü daha nasıl ifade edilir? MY)

Ölüm, her insanda basit bir tezahür farkı ile aynı marifeti tekrarlamasına rağmen; bu son misalde bulduğu müeyyide kudretini, bütün tarih boyunca sık sık ele geçirebilmiş değildir. Yaratıcının, bir defa bile şaşırmamaya memur sadık işçisi, bu misalde kudretinin her zamanki mevzuu ile mevzuunun bu defaki kudretini bir araya getirdi. Mahalleden bir ölü çıktığı zaman o semt, ister istemez kendisine bir alaka payı düştüğünü kabul eder. Ölümünün mücerred sirayet ve ihtarı küçük küçük bir mesafe yakınlığını, bir nevi akrabalık haline getirdi. Fakat ne de olsa ölen ne kadar içtimai ve herkese ait hüviyet taşırsa taşısın bu bağ, kan ve his yakınları karşısında, sadece yapma bir zihin telaşı uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz. Bütün dünyada, kralına anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defa ki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize Yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fi’li ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısı kadar azdır. (Bu cümlelerde, Atatürk’ün ölümünün milletimiz üzerindeki etkisi ve ülkeyi baştan sona saran derin üzüntü en veciz ifadesini buluyor. MY)

Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit etmezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki garp, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan milli kahraman’ın ölüsü karşısında da hiçbir protokol kaidesinin olmadığı ve hiçbir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkarmaktadır. (Dünya tarihindeki, milli tarihimizdeki yerine müthiş bir atıf değil mi bu cümleler!MY)

Atatürk’ün gözleriyle görmediği bu manzarayı biz yalnız gözlerimize bırakmayarak kesin bir delalet halinde şuurumuza indirmekle mükellefiz O Türk’e, hem Türk’ü, hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserler) büyük nikbinlerden (iyimserler) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık gören, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde, aydınlık gören de, öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.

Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata indirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur. Atatürk’ün ruhi maktalarından (kesitlerinden) bence en alakalısı, o’nun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği, başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı. (Atatürk’ün kişiliğine ilişkin bugüne kadar yapılmış en çarpıçı değerlendirmedir bu. MY)

Birinci vesika; bir millet için esaret ve mahkumiyet anının bir vakıa halinde teslim edildiği hengamede bu vakıaya inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit, o inanmadı. Bu Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin tecellisidir.

İkinci vesika; milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken yakınlarından itibaren bütün Türk milleti’ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine bir an bile mümkün gözü ile bakmıyordu. Bu da sonuncu tecelli.

Atatürk, başlangıçta milletinin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için onu ikinci tecellide de haksız bulamayacağız.” (Dikkat ederseniz, Necip Fazıl, ‘Atatürk ölmedi!’ diyor.. MY)

NECİP FAZIL’IN MÜCADELESİ


Necip Fazıl Kısakürek, doğuştan şairdi; 12 yaşında şiirle ilgilenen sahip olduğu o büyük ruh, okulda hocaları olan Ahmet Hamdi Akseki, Yahya Kemal, Beyatlı ve Humudullah Suphi gibi kültür tarihimizin büyüklerinin ilgisiyle şekillendi. Cumhuriyet dönemi şiirinin geleneğe eklemlenen halkası oldu. Şiirlerini, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu’nun, Halide Edip’in, Refik Halit’in, Fuat Köprülü’nün yazdığı “Yeni Mecmuda” da yayınladı. Tasavvufi bir hava tüten bu şiirlere ve bu şiirlerin sesine karşı herkeste büyük bir alâka… Öyle ki, Ahmet Haşim “Çocuk, bu sesi nerede buldun sen?” diyerek alâkasını gizlemedi. Darülfünunda, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Peyami Safa arkadaşları.. O yaşayan Yunus Emre’ydi: Necip Fazıl'ın ilk şiir kitabı daha 17 yaşında iken yayınlandı ve şiirleri M.E.B'in ders kitaplarında okutuldu. Genç yaşta yazdığı tiyatro eserleri, dönemin tiyatrolarında aylarca kapalı gişe sahnelendi.

Paris’te, Sorbon Üniversitesin’de felsefe eğitimi aldı; devlet imkanlarıyla Fransa’ya Suat Hayri Ürgüplü, Burhan Toprak, Cemil Sena, Namdar Rahmi gibi ilerde ülke çapında isim yapacak olan kimseler gitmişti. Necip Fazıl Kısakürek, Doğu’yu ve Batı’yı iyi görmüş, doğru kavramış ve milletimize temas halinde olduğu bu ikin dünya arasında nasıl dengesini koruyacağını gösterebilmiş bir büyük sanatçıydı: Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı adlı şiir kitabı onu çok genç yaşta ünlü yaptı. Henüz harf değişikliği yapılmamıştır. O günkü harflerle “Kaldırımlar” isimli ikinci şiir kitabını çıkarır. Yakup Kadri, İsmail Habip, Nurullah Ataç, Yaşar Nabi onu öven, göklere çıkaran yazılar yazarlar. Adı artık “Kaldırımlar Şairi’dir. Yaşar Nabi: “Bir mısrası bir millete şeref verecek şair” diye anar onu. Cumhuriyet gazetesinin Peyami Safa idaresindeki “Edebiyat Sayfası”nda tahliller ve hikayeler yazmaktadır. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile takdir toplamayı sürdürdü. Yine MEB'in yayınladığı bir Türk şairleri Anatolojisi kitabında, 'N.F. Kısakürek herkes tarafından en iyi şair olarak kabul edilmese bile, Ben ve Ötesi Türk Edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı olsa gerek, der. Meslektaşları tarafından da çok sevilen şair "Üstad Necip Fazıl Kısakürek" olarak anılmaya başlandı.

Fikret Adil’in Beyoğlu’nda, Tünel tarafında, Asmalımescit Sokağı’ndaki pansiyon odasında, Peyami Safa, Çallı İbrahim, Mesut Cemil, Eşref Şefik gibi meşhurlarla yaşanılan bohem hayatının tam ortasında.. Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. 30'lu yaşlarında bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve bir daha ondan kopamadı. Daha sonraları onun için; 1940 yılında; "Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel, / Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel." diyecek, hatta “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; / Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” diyeceği bu büyük insan, onun hayatında yeni bir devrin başlamasına vesile olur ve üstat, hayatında meydana gelen bu değişikliği şu mısralarla özetler: “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum; / Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...” Bu tarihten itibaren sanat ve edebiyat çevrelerinde “Mistik Şair” ve “Bay Mistik” diye anılmaya başar. Nazım Hikmet, Nizametten Nazif ve geleceğin cumhurbaşkanı Fahri Sait Korutürk okul arkadaşlarıydı; toplumun üst kesiminden olmasına, statükocu seçkin azınlığın içinden çıkmasına rağmen kendini milletinin yanında konumladı..

Bu Abdülhakim Arvasi ile tanışma, Necip Fazıl Kısakürek’in hayatında dönüm noktası oldu. Burada, Necip Fazıl Kısakürek’in kendini bulduğu, hayatının eksenini belirleyen davaya adandığı tarihin 1934 yılı oluşuna dikkatinizi çekmek isterim. Mustafa Kemal Paşa hala hayattadır. Atatürk’ün ölümü münasebetiyle yayınladığı yazısını da Necip Fazıl Kısakürek’in hayatında gerçekleştirdiği bu büyük inkılaptan dört yıl sonra kaleme aldığını da hatırlatmak isterim.

17 Eylül 1943’te Büyük Doğu’yu haftalık olarak yayınlamaya başlar. Dergide, daha sonra çoğu sosyalizme kayacak olan Fahri Erdinç, Faik Baysal, Özdemir Asaf, Salâh Birsel, Emin Ülgener, İskender Fikret, Hasan Çelebi, Oktay Akbal gibi gençlerin yanında Fikret Adil ve Bedri Rahmi Eyüboğlu da yazmaktadırlar.

1942 yılında Başbakan Refik Saydam tarafından milletvekilliğine listenin başında aday gösterilenince İsmet İnönü tarafından çizilen Necip Fazıl, bu sefer de CHP genel sekreteri ve hikayeci Memduh Şevket Esendal tarafından aday gösterilir, fakat derhal reddedilir. Dolayısıyla üstat Necip Fazıl Kısakürek’in İsmet İnönü’yle arası 1942’de bozulur ve o tarihten itibaren de hem Cumhurbaşkanı İnönü’ye, hem de CHP’ye şiddetli muhalefet ettiğini görürüz. Dört yıl sonra, 13 Aralık 1946’da yayınlanan Büyük Doğu’nun 58. sayısının kapağında bir kulak resmi ve altında “Başımıza kulak istiyoruz” yazısı vardır. Bu İnönü’ye hakaret sayılarak, mecmua örfi idare tarafından ikinci sefer kapatılıyor. Ayrıca mecmuada tefrika edilmekte olan “Sır” isimli piyesten dolayı dava açılıyor. İsnat olarak da “milleti kanlı bir ihtilale teşvik ettiği” ileri sürülüyor. Bu dönemde artık Demokrat Parti kurulmuştur ve CHP karşısındaki konumu yasal bir zemine kavuşmuştur.

İslami kimliği ile öne çıkmaya başladıktan sonra bu büyük çevre çil yavrusu gibi dağıldı ve ders kitaplarından şiirleri ve fikirleri çıkarıldı. Necip Fazıl'ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu 1934 – 1946 yılları arasındaki 12 yıllık döneme rastlar: Bir Adam Yaratmak, Tohum, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır. Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Her Gün ve Tercüman gazetelerinde yayınladı.

Büyük Doğu Hareketi'ni başlattığı Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve CHP’nin dikta yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. maddeye aykırı bulunan yazıları ile birkaç yılda bir hapse mahkûm oldu.

Necip Fazıl Kısakürek, fikir ve sanat hayatı boyunca 1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, İman ve İslam Atlası adlı eseriyle fikir dalında Millî Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanmıştır.

NECİP FAZIL ATATÜRK DÜŞMANI DEĞİLDİR

Necip Fazıl Kısakürek ilk baskısı 1968 yılında yapılan “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” isimli kitabı nedeniyle 1983 yılında hapse girecekken 79 yaşında vefat etmişti.

Kitap daha önce araştırma dizisi olarak Bugün gazetesinde yayınlandı. Birinci baskısı tükenmek üzereyken toplatıldı ve hakkında takibat başlatıldı. Kitabı incelemek üzere bir bilirkişi oluşturuldu. Bilirkişi, ‘Kitapta söylenenler hayal ürünüdür, ama herhangi bir suç unsuru yoktur.’ diye rapor verdi. Ankara, ikinci bir bilirkişi heyeti tayin etti. Bu heyetten de benzer bir rapor çıkınca, Necip Fazıl Kısakürek 1971’de beraat etti.

1972 yılında beraat kararı Yargıtay tarafından temyiz edildi. 1973’te mahkumiyet kararı çıktı. 1974’te Af Kanunu, olayı askıya aldı. 1975 yılında kitap yeniden basıldı. Yine takibat başlatıldı. 1976’da, üçüncü baskı yapıldı. 1977’de yeniden toplatma kararı alındı ve takibata geçildi. 1979’da üçüncü kez bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. 1980 yılında dördüncü bir bilirkişi teşkil edildi. Heyetler, kitapta suç unsuru bulunmadığı yönünde rapor verdi.

12 Eylül darbesinden sonra Necip Fazıl ile ilgili mahkumiyet kararı 1982 yılında Yargıtay tarafından onandı. Fakat, kararın infazı 4 ay tehir edildi. Aynı yıl içerisinde Adli Tıp Kurumu, Necip Fazıl’ın Anayasa’da öngörülen cezanın affı şartlarını haiz olduğu yönünde dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e bir rapor verdi. Ancak Evren, Necip Fazıl’ı affetmedi; Atatürk’ün hatırasına neşren hakaret edildiği gerekçesi ile verilen cezasın infazı yönünde talimat verdi.

Davaya konu olan "Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" adlı kitabın mahkemenin bilirkişi olarak görevlendirdiği Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Başkanı Doç. Dr. Seçil Akgün tarafından herhangi bir suç unsuru teşkil etmediği rapor edilmiş ancak Necip Fazıl "Atatürk'e hakaret etmeye meyilli olmak" gerekçesiyle mahkûm edilmiştir.

Necip Fazıl, 1983 yılında hapse girmesine az bir zaman kala vefat etti. Deyim yerinde ise son padişah Vahdettin’i savunduğu için mahkûm olarak öldü. Kısakürek’in kitabı, hâlâ yasaklılar listesinde bulunuyor.

Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına, tarihi kişiliğine ve hizmetlerine karşı bir saygısızlık yaptığı için değil.. Daha sonra Bülent Ecevit’in de kitap yazarak savunduğu gibi Sultan Vahidüddin’in vatan haini olmadığını ispatladığı için suçlu bulundu. Bir tarihi olayda, iktidarın yanlışını, Atatürk’ü koruma kanunu kapsamında savunma durumu sözkonusu. Mustafa Kemal Paşa’nın arkasına saklanarak, İnönü’yü, CHP’yi, statükoculuğu ve Cumhuriyet aristokrasisinin kirli tarihini savunmaya çalışıyorlar..

Oysa Mustafa Kemal Paşa da, Necip Fazıl Kısakürek de milletimizin gönlünde taht kurmuş tarihi şahsiyetlerdir.. Onları horoz dövüşçülerinin elinden kurtarmak gerekir..


MUSTAFA YÜREKLİ
http://www.haber7.com/haber/20090528/Ataturkun-olumunde-Necip-Fazil-ne-yazdi.php

24 Mayıs 2009 Pazar

FİKİR TOHUMLARI


Toprağından uzak
Sabırsız ve çıplak
Uzun kılıflı tohumları fikrin
Bahar sancısıyla
Hiç uyutmadı gençliğimden beri
Yorgun düştü gönlüm
Zamanı ekip biçmekten

Gezgin tohumlardan dinle
Ellerimin kırılmasını kirli teknelerde
Gökten düşen üç kelimeyle
Hamurnu yoğururken dostluğun
Işık taşkınını gözlerimin
Çoban kovalamalarında

Tohum tanıktır patlamadan önce
Muştulu parıltısına sevmenin
Alın teri boncuklarında
Buruk sevincine ağacın
Yüreğimde dalı filiz fışkıran
Ağzımda olgun yeşil
Elmaların gizemli ekşiliğine

Eyüpsultan, 2007

18 Mayıs 2009 Pazartesi

SULARIN AĞLAYIŞI













Işıl ışıl akarken
Birden burgaçlanan
Suların ağlayışı
Yaşlı bir gökyüzü parçacığına karşı
Bir küçük şebnem kabarcığı
Gecenin bilincinde olarak gelen
Yağmurların belirtilerinden bile
Arı şarkı söyler

Taçyapraklar
Hareli ipek ağızlar
Aniden güvercinlerin dolaşık uçuşlarından
Kırılan ve çiçeklenen yas
İncelikle birbirlerine seslenmekteler
Çekirgeler yaprakların altından
Öteki saygın yaratıklar
Sarı yutaklarını şişirerek


Üsküdar, 2001

11 Mayıs 2009 Pazartesi

ANI ADASI



Dalından uyuyor elma ağacı
Yavrularına ninni söylerken kuş
Tüylerin içinde
Yağlı bir düşe dalmış
Böceklerle sağırlaşmış ham elma
Irmaklarına suyuna düşüyor
Merak edince kendi sesini

Azgın dalgalarıyla çırpınan hafızanın
Geniş sularının ortasında
Özlemin ılık akıntılarıyla
Uykuya dalıyor
Anı adası
Gülüş ışığında
Yağlı spermasıyla yıkanmış
Umut balıklarının
Kucağında görkemli dip uçurumunun
Bu gece
Toprakları üzerinden
Denizine yanaşıp hafızanın
Gözlerine övgüler dizecek gökyüzü
Sessizlik iyice büyütecek çağrılarını
Yapayalnız yıldızların

İndir göz kapaklarını
Ama mumlar yanık kalsın
Baş ucunda yaslarının
Geçmiş denmesine aldırma
Ama gecedir bu senin anılarının üstünde
Çevrelerde şurada burada iki kaşının arasında
Denizin kusursuz karnının
Kavislendiği her yerde bu gecedir
Gözkapakları kalkar yavaşça
Gelince kızıl elma
Rengi açılmış yeryüzünün
Deniz yollarının üstünde
Yüzünün gökyüzünün anı yüklü bulutlarıyla
Kaleme gelen yağışın
Her anı tuzlu
Her anı ağdalı
Yoğun yaşamınca adanın

Bostancı, 2002

7 Mayıs 2009 Perşembe

Oyuncak Külü



“Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedarın cezbesiyledir.”Bediüzzaman Said Nursi



Nemrut ateşe atmasa umudu ne olur
Yüreği kül dolu bir şairim ben
Kızıl gürültüsünde yitirdim şehrin
Can yongası kelimelerimi

Kanlı yakarışlar çıkarma sırrı
Uçurumundan sessizliğin
Girdabına dalma cesareti isterim
Dipsiz pişmanlıkların

Oyuncaklar yıllardır ağlıyor
Temiz ellerime kızarak
Göz yaşlarımı emiyor külleri
Dakikaları yola vurdukça

Işığı azarlıyor şiirin
Hızla çıkarıp eşyaları
Kalbimi soyarak
Aynasında ayrılık acılarının
Çıplak yüzle daldım
Kanlı uykulara

Zalim seyircileri hayallerin
Mahut kalın kitaplar
Ürküyor kendi sesinden
Toprak susuyor ırmaklarca
Şehirlerce susuyor

Eyüpsultan, 2004

Emek İlahileri


“En bedbaht, en muzdarib,
en sıkıntılı, işsiz adamdır.
Zira atalet ademin biraderzadesidir;
sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”


Bediüzzaman Said Nursi

1.KUYU SEYRAN OLUR


Işığını yüreğine canlı gömer
Başına karalar bağlamış sabah
Yoksulların yüzüne kapı çarpılmasına
Kim bilir kaç şehirde katlanmak zorunda
Çocuklara taşlatılmasına gerçeği söyleyenlerin

Bakalım çok gezenler mi
Söyleyecek çok okuyanlar mı
Bir şehri tanımak için ne yapılır
Hadi tek solukta
Anlatsınlar kenar mahalleleri
Evlerdeki akşam sofralarını
Aydınlık bir huzurla tutunmuş mu
Bir ucundan bolluğun
Bedbahtlar görmezden mi geliniyor yoksa
Yığılmış mallar gününde

Toprak akıttığı ter seliyle
Yarmaya güç yetiremez kuşatmasını
Hırsla dikilmiş yüksek binaların
Onca tükenişe kıtlığa rağmen

Yusuf ey yüzyıllardır bağışlayan Züleyha'yı
Hain kardeşlerini kervanı köle tüccarlarını
Seyran olmuş sana ıstırap kuyusu

2.BEDENİN IŞIMASI

Yedi veren gülünü hatırlayalım
Bildiğimiz güleç yüzünü çalışmanın
Emeği öven hacı yağı kokusuyla
Umut der uyuşup kalmayışa saatlerimiz
Yorgunluğumuza hayran yıldızlara
Göz kırpalım kirpikler anlam kazansın
Bir yaz gecesinde çimlere uzanıp oğullarımızla
Masalın ortasında bir parkta
Rüyadaki bahçelerin hatırına

Kanmak değil bolluk uygarlığına
Emeği savunalım ışımasını bedenin
Ayıklığı kalemiz olsun hayatın
Surumuz olsun akşam tedbiri annelerin
Ağız tadı bozulmasın diye

Bebek kokusunda
Fiyat etiketi arayan hanımlar
Müşteri olan beyler
Şehri kuşatan çocuk gülücüklerine
Emeğin zengin kılmasını
Mutluluk vermesini niçin istemezsiniz
Ağırlık merkezi para olan
Bu yalan dünyanızda


Ümraniye, 1994

5 Mayıs 2009 Salı

Çöpe atanlar resimleri


Açılır bilinç kapısı
Kelimeler ürkek yabani
Güvercini oluyor rüyaların
Şarkıların artık ölü sesleri
Acılarını zamansız bırakıyor
Tören anıtına şehrin
Gülücükler yola çıkmaya hazır
Hüzne gece düşen çiğle

Hasta kızlar üzerinde ince
Güz ışıklarından hırka
Ah kelebek kanatlarıyla
Sessiz uçuşu umudun
Hastanede zarif kederleriyle
Aylardır mektup gözleyenler
Posta kartına da razı bekleyişleriyle
Beyaz bir tül perdenin ardında
Devasa görünür acıları

Düşlerini onaramıyorlar
Yabancı dilinde telefonların
Çöpe atanlar resimleri
Anılara yüz vermeyenler

Ümraniye, 1989

28 Nisan 2009 Salı

PERGELİN İKİ AYAĞI

“Ey insan! Senin nokta-i istinadır ancak ve ancak
Allah'a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i
istimdad ise ancak ahirete olan imandır. Binaenaleyh
bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi,
ruhu tavahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur.”


Bediüzzaman Said Nursi



Kainata bakarken
Noktaya basar kalbimiz benin altında
Aklımız üzerine kalkarız
Ensardır bir ayağı ibtida noktasında
İkinci ayağı muhacirdir pergelin
Minik adımlarla ahir noktaya
İçten bir kederi örten o küçük tebessümle
Tamamlarken geçitini
Bir çemberi çizilir mutluluğun
İhtiyar varılır bebek gönderene çağlar aşılarak
Her nokta bir ayak izidir
Mumun tepesinde raks eden alevlerin
Tek noktadır aslında
Yineleyip durur kendini

Sessizliğin bir hakikat olduğu yerde
Anlamı usul usul emerek
Külünde dikiliriz
Yaşanıp geçilmiş günlerin
Zamanı sıkı tarayarak
Hayatın sırrı dökük aynasında
Yuvayı ararız
Haritasında ölümün

Gönül
Yerine geçerse
En az kundaktaki kadar
Mutlu eder kefende de
Yiterse
Sökün eder ayrılık günleri
Aldanışta öldürülür dakikalar
Çizgi kesilir
Çember çizilemez
Mürekkep bitmese de

Güneştir yoracak olan pergeli
Sevinci çizilirken serabın
Pergel gözü kara değil
Bir arslan olsa ne yazar
Çölünde yalanın


Eyüpsultan, 2005

27 Nisan 2009 Pazartesi

EY YÜCELERE SALINMIŞ SEVİNÇ

Yeşil bir gün ışırken
Aymazlığın giz dolu kirli sularında
Acemice yaktık dakikaları

Sürüldüğümüz çölünden unutuşun
Gönlü bindirip kaçtık
Bir çocuğun üzerindeki ak bulutlara

Sevinç ey yücelere salınmış sevinç
Beyaz kentleri ışıyor hatırlayışın
Sevgilinin sesindeki güneşle

Ağaçlar ve otlarla örtülü zihinde
Kelimeler mezardan kalkıyor
Görünmez avlularında toplanıyor gözlerinin

Uzun bir günün yüzyılında yağmur
Boyanmış toprağını kutluyor özlemin
Yeşil nimetlerini kapışıyor çocuklar


Üsküdar, 2000

24 Nisan 2009 Cuma

BİR KARANFİLDİR ŞAHİDİM

Yönünü şaşıran bu hayatta
Özenle geçtim gençlik çağını
Okunmamış kitaplar inatla arttı ama
Şiiri yere göğe sığdıramadım

Dört mevsim bilirim
Sadece sonbaharı söylerim
Ben kabuğunu kaldırabilirsem
Kıyamet yarası anıların
Bir karanfil de şahitlik eder
Çok gecikti on ikinci günü Eylül’ün çok
Az mı acı taşıdım kanlı sargı içinde
Az mı arkadaşımı kaybettim

Erzurum, 1982

22 Nisan 2009 Çarşamba

MEZARLIK YOLU

Belleği zorlanır mezarlık yolunun
Birkaç ayak iziyle anımsamaya
Başına toplayamaz çocuklarını
Rüyaları bassa da anne baba

Mezar taşları da omuz omuza
İki demet çiçek dualar gözyaşları
Sevgi gösterebilirseniz anılara
Acıdır sadece verebildikleri

Adana, 2007

15 Nisan 2009 Çarşamba

TANIK KONUŞUYOR

Sevgi bir heykel
Anılarının yonttuğu biteviye
Sıcak elleri içime uzanmış

Boşuna gizledim yüzümü
Karanlık mevsim aralarında
Yarasına kapattım yüreğimin
Bu ağustos akşamını

Serili eşiklerde ana baba duaları
Sokaklarda
Tertemiz ses ölüleri çocukların
Bir kuş yavruları için telaşla
Yuva yapar bir evin mutluluğuna
Kelebekler ateş böcekleri de pırıl pırıl
Samanyolunda almış yerlerini

Bir evin sıcak sesi emziriyor
Meyveli ağaçlarını yazların
Odalardan taşıp bahçeden ovalardan
Evreni dolduran
Sevgi
Boyuyor rengarenk
Çiçeklerini sevincin

Eyüpsultan, 2000

14 Nisan 2009 Salı

EL YAZISIYLA SAVUNMA

Şehir kışını gösterdin
Şimdi de yazını göster
Ne kadar mutlu edebiliyorsun anlayayım

Kuşkum uzundur derindir çok gece yoruldu
Kuşkum boz bulanık keder ırmağı
Savunmamı tamamladım el yazısıyla

Gülüşümün solgunluğu
Kelimelerin dağınıklığı şiirlerde
Yola çıkanları beklememdendir


Erzurum, 1985

13 Nisan 2009 Pazartesi

KILDAN İNCEDİR BOYNUM

Bahçenin keyif zamanı elmasını
Tüylü şeftalisini sunma vakti gelince
Kıldan incedir boynum
Gönülden gönle bir ırmak vardır
Söz keser duygular düşenceler düşler

Her doğum bir kelime
Bir cümle başlatır
Türkiye tarihinde bir paragraf belki
Büyük harflerle başlık atanlar var
Fildişi kulelere çekilmiş
Ona anlatılırken bir kekeme gece
Destanlarını acının
Ağıtlar yakarken en güzel kızı ayışığının
Son noktayı koyan ölüme
Mevsimsiz bağbozumlarına
Kıldan incedir boynum

Delikanlılıkta açtığı yara
Kalbimle uğraşan hayatın
Hep uzakları anımsatır
Cehennemi mezarı
Bir de susuzluktan yanan maralı
Zulme yanlışa gürler
Öfkeyle kızarmış günleri gençliğimin
Bir kez daha sonbahar giyerken
Giyerken memleketin ayazını
Kıldan incedir boynum


Adana, 1980

KESİK ÇINAR

Kesik çınarın dibinde
Yaralarını sarıyorum
Delikanlı ruhumun
Kederli ay ışığında

Mezarımın başında
Ağıt yakacak yüzyıllarca
Gül ağacı
Göz göze yaşayacağız

1979, Adana

GÜLLERLE YARIŞAN GENÇLİK

Şelaleyle yarışmış
Emdiğim süt
Göğsünde annemin

Zaman kendini denerdi sayfalar boyu
Ayetlerin peşine düşüp
Dilinde babamın

Ben hep dökülmede yarıştım
Gençliğim güllerle yarıştı
Kelimeleri yağmurla şiirimin

Kalbim takvim yapraklarıyla yarışta
Alın terim güneşle
Eli kalemli meleklerle

1979, Adana

RUBAİ-İ ŞERİF

15.
Ne kadar tatlı
Dudak izlerinle
Yedi canlı kelimeleri
Kitaplar kitabının

8 Nisan 2009 Çarşamba

SENDEN BAŞKA SEVGİLİ YOKTUR

Sen tek sevgilisin
Ne göze görünür başkası
ne de gönle girebilir

Adın, anıt dikilir
dil ucuna!

Umurunda değil kalbimin
dünya renkleri
Sorarsam,
ağaçlara sorarım Ormana,
bahçelere gelir gider bahar
Kışı ararsam şehirlere değil
dağlara bakarım
Bulutlar eliyle koymuşçasına bulur
yüreğimi
ne zaman yansa

Kalbim iki parmak arasında
hangi yöne sallanıyor da
Şiirin en kuytu kelimesinde
birden çılgınca yanar kandiller
Gecelerse sürgün yeri

Yazın yiğit renkleri
yürekli sıcaklığı
ve gözü kara
bürde kokusu..

Seni anmaya ayarlar
pusulayı derin ümitte
korkunun enginlerinde
nefes saatini
Korku
en merhametli parmaklarıdır
yazın Aşk üstü..
yorulur el dil gözler!

Gaflet ertesi
kılıç ağzından geçerek görünürsem..

Bu cesaret değil
sınav
temizler defteri

Kabe dolusu korku
Kabe dolusu umut
Sabahın koynuna dalıp
ruhumun alevlerini Dergahından dünyaya dökülen
ışık şelalesi sesine tutuyorum..

Tarih yapıştırmış şehvetli dudaklarını
ölü toprağa

Hayır!
Kaçmıyoruz..
Kılıçlar da çıkmıyor kınından
Günler kırık dökük
Dünya hatırası budur
Ne okumak ne yazmak..
Ne de yaşamak güvenceli!

Senden başka sevgilisi olmayanlardır
bahtı açılıp da
gün görenler

Bir ıssız vakitten
bir gemi sızar bir ordu..
Tufan salarsın aşıklarını seçmek için

Ne vakit huzuruna çıkmayı denesem
bu kurtlar sofrasında kalıyor duygularım
aklım

Bir an sus deyip
arkasına atınca kalbim
dünyayı

Can vererek
tanıklık ediyorum
Senden başka sevgili yoktur


1998, Sarıyer

YILKI EYLÜL

Oturduğumuz masa hayatın
Ölüm sınırında
Bir uçurum

Düşüp de sözün parçalandığı

Tek tek ayrıldık oyundan sahneye
Çıkmak için
Önceleri yitip gittik
Bu renkler dünyasında
Bir tek ben
Kaldım her işin tek adayı


Buraya kadar!
Ey benim yılkı eylülüm
Saatleri sert adımlarla
Geçit resminde tarihin

Canına kıyıldı kuşağımın

Kanı Bir çuha kutusunda
Ve başparmak
Amel defterinin bir sayfasında
İlk bildirisinde bir darbenin

Altta rütbe
İsim soy isim
Ünvan
Kandan
Kurumuş bir parmak mührü
Her haki yıl ki
O günden beri üniformalı


Burası sabırdır
Cahillik çıkışında
Olgunluk
Kapısı nadir açılan
Ve son harcanan vaktidir doruğunda
Kavak yelleri esen çağın

Şehrin ufkundan düşen bin bir parça
Öfkeyi toplama anı geldi
Kızarmış gözlerle
Ve yabancılara bir yaralı gülücükle dost
Aramaya çıkmanın

Bir pazar tezgahı kadar
Saldırgan yalnızlık hurdalığında

Şiire yarar kelime aramanın
Anlamın alacakaranlığında mahcup

Arz-ı hallerden
Ve buluşulamayan gözlerden
Bir sahte umut kapmanın
Sonu olmalı
Bir heyulada deliksiz uykunun..

Sevgilim otobüste
Başını cama koyduğunda
Ve saçını okşadığında
Kucağında ağlayan kızımın
Döktüğü gözyaşları kadar sıcak
Billur kelimeler sağınağında
Islandım

Sesimde diziliyor milyonlarca
Harf bir anda
Avuçlarım gökyüzüne
Şehvetle açık
Hayalperestliğin neresinden
Dönersen kardır diyebilmeli
Cılız ışıkları sürgün
Sabahının

Doğru başlangıçlar vardır
Fakat benim için hayat
Bir sabah gazeteci büfesine

Bakmadan geçtiğimde başladı
Tam anlamıyla televizyonu
Fişten çektiğim akşam
Küçük kırmızı ışığı söndüğünde
Ruhumda hissettim
Bir yeşil ışık lekesi kışkırtıyordu
Yatak odası
Mutfak derken boşalttım
Bütün bir hayatı
Dışarı bıraktım son olarak kitapları da

Ağır bir pişmanlık
Gömüyor kalbimi
Pıhtılaşmış anıya
Nerede o çocuk gülücüğü
Can kurtaran hale

Yok mu yüzümü onaracak
Üç beş damla umut
Ve söz kanı
Kalbimin sesini güçlendirecek

Hayat hikayem
Bir cümle-i mutarıza
Ayrılığın boynundaki yaftada

Martı çığlıklarının kıyısında masada
Üç genç adam
Biri gözlüğün kirli camını
Siliyor mavi örtüyle
Ötekinin yüzünde perdedir sigara
Dumanları
Masa boşken de görmedi
Böyle bir sessizliği
Garson uğramıyor saatlerce

Nefes kesen bir kızıl
İtiraftır
Damarları kurutur
Oysa arzunun külleri
Soğuk
Ruhu besleyemez hiçbir gelecek..

1990, Kadıköy

2 Nisan 2009 Perşembe

KESİK ÇINAR

Şelaleyle yarışmış
Emdiğim süt
Göğsünde annemin

Ben hep dökülmede yarıştım
Gençliğim güllerle yarıştı
Kelimeleri yağmurla şiirimin

Kalbim takvim yapraklarıyla yarışta
Alın terim güneşle
Eli kalemli meleklerle

Kesik çınarın dibinde
Yaralarını sarıyorum gençliğimin
Kederli ay ışığında

Ağıt yakan mezarımın başında
Gül ağacıyla
Göz göze yaşayacağım


1979, Adana

1 Nisan 2009 Çarşamba

TİTREK SES

Ateşli bir ruhla geldiğimden dünyaya
Bir ömür sözcük giyip
Çıkarmaktan mutluyum
Alacakaranlığında gönül seherinin


Severim
Şiirde buluşmayı dostlarla
Çınlayan o titrek seste
Kanı kaynatıp
Dışına atan zamaneliğin
Gözüm yok gürültülü şöhrette
Parada ve sağladıklarında

Sevincin tam ortasında
Keyfimi kaçırıyor ikide bir
Ateş böceklerini söndürüyorum
Zihnimde cirit atan
Sevgi içimi ısıtsın diye


Eyüp, 2007


İSKENDERPAŞA KAPISI

Bir kara kuru
Kalbin
Nesnelere kona kalka
Yeryüzünde kayıp olup
Karanlıkta döne
Savrula
Varacağı yer İskenderpaşa

Anıların uyuduğu uzun
Geçmiş gecesi
Açıyor bir erkeği
Kanatıyor bedenini
Kırbaçlarıyla merhametin
Asırlık tecrübe
Kısık sesli konuşmasını
Üstünde tutsa yaralarımızın
Kim açıyor derinlerimizdeki deniz yollarını sizlere
Eline alan kim dümeni

Hangi ellerden

İşte eril Cuma’sından da belirgin
Dişil günlerim sungu sungu
Çatlamış dudaklarına Hocaefendi’nin
Benim sevgimden başka bir yerin yok senin bakışıyla
Ruh yükselsin
Kanadında
Özgürleştiren sohbetin
Denize bağlılık tutkumuzdur bizim
Kapılarına kadar yükselen
Kızıl tuz ambarının

Sürüklenirken ışık selinde
Sözcükler oynaşır
Tanrı sesine
Sevgilinin nefesi karışır
Sevme yüceliği
Kolay öğretir çekiciliğini de sevilmenin
Aşk seçtiğini
İni kılar
Kaldırma gücü fark edilir sözün


Fatih, 2006

40 RÜBAİ-İ ŞERİF

15.
Ne kadar tatlı
Dudak izlerinle
Yedi canlı kelimeleri
Kitaplar kitabının

14.
Gökyüzü burada Akdeniz burada
Zirvesine çıktım Torosların yuvarlandım eteklerinde
Kapuz’da kaldı anılar Çukurova burada
Benden selam olsun nazlı dereye cömert Seyhan’a
Uyuyan kuyulara oruçlu çeşmelere
Yeminli kaleye selam olsun
Dost mağarasına
Hayalleri Gülek’ten geçemedi Haçlıların

13.
Yüreğimin en kuytu köşesinde
Sözlüğü ateşe verdim
Şiir yangını söndürülemez
Kedileri köpekleri yandı ruhumun
İğde kokulu gecelerde
Tüyleri parladı sesimin

12.
Elveda pembe yaşlarım
Elveda yıldızları saydığım geceler
Öpülesi gözlerim alnım
Çocukluk elim ayağım kolum kanadım
Elveda beyaz dişlerim
Haram lokma girmemiş ağzım kırmızı dudaklarım
Süt kokan sözlerim
Yağmur damlası denize koşar
Irmaklara binerek
Saatler rahvan
Günler yılların sırtındaymış

11.
Allah’ın boyası biter mi
Hiç durmayız
Gündüzler biter
Geceleri boyarız
Selam size pamukve buğday tarlaları
Merhaba bereketli topraklar
Merhaba kitaplar
Uzak ve yakın kardeşlerim

10.
Yüzünün doğusundan
Kur’an yükseliyor
Batısında devletler
Medeniyetler yıkılıyor
Ufuk dilinden düşürmez merhametini
Kuşaklara inceliğini anlatır yüzyıllarca

9.
Kanımın kıyısında otur
Ey ayın güneşin efendisi
Ey yıldızlar sultanı
Gözünü esirgeme benden
Gül dolu bakıştan nakış yağar hayatıma
Yüzüne bir kez bakamam beklesen sabaha kadar

8.
Demir kapaklarını açamaz göz
Ceza bu uyku fena bakışa
Bilimin dili var fikri yok dert büyük
İlhamdır tutuşturan tül perdesini gönlün

7.
Bir buluttan at kesti melek sana
Ayaklarına serildi eleğimsağma
Miraç'ta kayboldu yollar yönler
Dünya gözüyle gördün cenneti cehennemi

6.
Yüreğin tam ortasında durur
Özlem beyaz
Yarış atı
Okyanusa kadar dörtnala

5.
Toprak korkmuş
Umuttan ve kuşkudan mecalsiz
Acıklı bir dua gibi
Yanık sesi

4.
Uçuşuyor kelimeler güvercinler
Karışıyor birbirine
Göz yolunun gölgesinde
Kalbim taş ve ağır fazlalıklarından

3.
Kalbin tatlı sesi
Gök kubbede isyan kaktüsü mü
Bir zeytin ağacı mı sevgiyle çiçeklenmiş
Dilindeki güzel isimlerle

2.
İstanbul’da gölgesi ağır çınarlar
Kızıl sessizliğiyle güller
Senin türbedarın
Oluk oluk akan sevgi dökülür gönle
Ay yıldızlı göğün altında

1.
Bir ömür boyu yalnızca bir tek adım
İlerleyebileceğimi bilsem bile
Yine de ayak izlerinle bezenmiş
O yola
Özlemle çıkardım

YÜREĞİM DİZİNDE

Yüzündeki her beni
Bir siyah güvercin olan
Annemin cansız sesinde
İnce fikir kalacağım

Kucağına saf aktım
Yıkıldım, yüreğim dizinde
Saçımda parmakları
Öyle öleceğim anne

Adana, 1982

MEZARLIK YOLU

Bir yaştan sonra anne
Baba rüyalara gelir
Kaplar yüreği özlem yangını
Öpme sevinci terk etmiştir artık
Kırışmış yüzü benekli elleri

Hadi yoluna koyularak şehir mezarlığının
Varsa anılara göster sevgini
Mezar taşları da omuz omuza
İki demet çiçek dualar gözyaşları
Sadece acıdır birlikte verebildikleri

Adana, 1996

31 Mart 2009 Salı

YÜREKLİLİK YAŞTA DEĞİL

Güneşin gözünde herkes bir değil
Aşk kime ne öğretir
Ölümden çok çektik çok
Yoksulluktan ve gurbetten

Her korku bir değil
Yüreklilik ise yaşta değil
Ayrılık güneşli de olabilir değil mi
Gecesi gündüzü yoktur iyiliğin
Karanlık alçakları saklar


İstanbul, 1987

ZİYARETÇİ

Sıkılırsın diye
Gönlüne oyuncak
Sözcükler buluverdim

Sesimi boğsa da
Yitik kalabalık
Issız kuytu bir şiir
Okudum sana

Çinko bir gök
Çöl bir deniz
Bir karmaşa yeryüzü
Bir cezaevi şehir
Ziyaretçim sensin

Hasret işte orada
Çiçeği solmuş
Kanlı dikeni
Günlerin ipeğini
Yırtıp durmada

Cumaların kıyısından
Hoyratça çektiğimiz
Tebessüm ve gözyaşı
Öylece kalsın

Adana, 1983

AŞK TASLAĞI

Hayatımın odağındaki kadına: Hülyama..

Gençlikten elde ne kaldı
Renkli sıcak anılar
Tutkular umutlar
Heyecanlardan başka

Onlar ömrün bir köşesinde
Kar altında Palandöken’de
Yirmi yaş kışında kalmalılar
Kesinlikle rüya sayılmalılar

Kayıp bir aşk taslağıyız biz
Yeşil gözlü kadınla birlikte
Ne şiirde kopan yürek fırtınasıyız
Ne de şarkıda sönen yangınız

Çok eskilerde kalmıştır
Sabahları prangalayacak kadar
Can yakan ateşli şiirler
Gönle sunulmuş canlı kelimeler

Mutsuzluğu ne çok körükler sert eser
Başımızda dondurucu kavak yelleri
Acıları kanıksayana dek
Coşkulu büyük hayaller

Ümraniye, 2000

BİLİNÇ ALTI MAĞARALARI

Derin nefeslerden şifreli sözlerden
Soğuk sarı dakikalardan
Eli uzun yıldızların aklı bırakıp
Yüreğe değmesini beklemekten
Sıkıldı artık sesim

Parmak izi gösterip
Övünmek değil derdim
Açığa vurmak istiyorum her şeyi
Bilinç altı mağaralarında sakladığım
Gizlerimi

Söylemek isteyip de sustuklarım
Rüyalarım
Boğazımda düğümlenip de
Gözlerimden salıverdiğim
Kanat açıp giden bilinmezlikler
Uçursunlar beni bir yere
Sürüngen bilgilerim

Erzurum, 1987

ŞAİR GÜLÜŞÜ

Sevinmelisin
Karşına şair çıkarsa
Uğur getirir
Şair dervişin kardeşidir
Rüzgara vermiştir ikisi de
Hikayelerini

Coşkulardan
Görüntüler çeker dile usanmadan
Çılgınlığını aşar renklerin
Korunu söndürür ruhunda dilin

Ağlarken
Aldılar elinden neyi varsa
Açken sokaktayken
Sevdalıyken
Yüreğinde geçmiş zaman yanığı

Bakmayın
Gelincik tarlası olmasına yüzünün
Dokundukça derinleşir yaraları
Dünya saldırgandır
En yaman putlar saldırır

Acı kaldı geriye
Kalbin sılası da bu
Bir de seslere yansıyan yüzler ya da şair gülüşü

Bulmuşlar çıkış kapısını hayatın
Dalmadan çıkmaz sokaklarına
Fanilik bilgisiyle


Eyüp, 2005

SADIK YORGUN GENÇ ELLER

Haya pembesi yüzünde
Genç kızlığından beri annemin
Direğidir mutluluğunun
Saç diplerinden akan ter

Sabır mavisi susuşunda
Gönlünü babama verdiğinden beri
Sevda çiçeğidir yanağında gözyaşı damlaları
Döker gece gündüz yuvasında

Endişe sarısı bakışlarında
Dünya evine girdiğinden beri
Sadık yorgun ve genç ellerinden
Işık dökülür hayata ilmek ilmek

Sevgi beyazı dilinde
Anneliğinden beri sımsıcak
Umut acıdır yumrukları içinde
Üzerine titrediği çocuklarının

1980, Adana

CİN ALAYI

Kırmızı gül yas gecesinde
Ateşini içine atıp
Dumanını gizleyerek
Kuru yaprağıyla güler
Mezarlıkta
Kızıl salınışta
Böldü parçaladı uykuyu

Kış uykusunda sözcükler
Deniz kabuklarında
Şiir çökmüş yüreğine acının
Uyanıktır şairsiz bahçe
Çiçeklerin vakitsiz kokmalarından

Göz indiremez demir kapaklarını
Umutsuz bakışa ceza bu
Bilimin dili var
Fikri yok bu derde
İlhamdır ses veren
Tutuşturan tül perdeyi

Yedi ışığı şiirin
Adım atsan sana geri döner
Dursan sesini yitirirsin
Düğün alayında cinlerin

Adana, 2007

UZUN İNCE BİR ÇIĞLIĞIM

Bir doru umuda
Atlayıp
Dünyaya gelmemin
Deniz mavisi bir heybeti var
Gönül alan
Uzun ince bir çığlığım ben

Beyaz düşlere yatırdılar
Onca isimleri
O isimler
O isimlerin hepsi bendim
Müstakbel kahraman

Ayak altı edilen
Bir heyecanım ben
Soğuk koridorlarda
O beklenen o gelen
Savaşlarda yeri ayrılmış
Bir isimim
Vergi listesine yazılı

Şafak tülleri inince yüzüne
Gelincik gülüşüyüm annemin
Baharım
Bağına bahçesine sevincinin
Yağmurum
Ovasına kederinin
Uzun
İnce bir ufuğum hayata
Kırık
Dökük bir çizgi
Beşikten mezara

Ruhu benim evlerin
Fabrikaların ve parkların
Sesimle yıkılır meydanlar

Umut benim
Hastaneleri dolaşan cezaevlerini
Elime gelir peşine düşülen para
Yerini bulmak için

1980, Konya

ÇÖL KAPISI

Taş köprüdür şiir
Kalplerini bağladı ırmakla çölün
Aşk ise çöl kapısı
Mecnun'un durmadan dövdüğü
Leyla'nın açtığı

Başım
Göğsüne düşünce Seyhan'ın
Ter boşandı alnımdan
Güneşe uluyarak
Bakışınca bir çıplak tohumla
Anladım
Mecnun benim
Titredim
Sesimi gizleyerek Leyla'dan
Çölün yüreğiyle baktım
Mecnunun fersiz gözleriyle
Kurumuş çiçeklerle sessizce
Kederli bekleyişi bahçenin
Leyla'nın çocukluğunda
Mahzeninde belleğimin

Hayat ve ölüm yüklü Seyhan'a
Hayranım
Leyla'nın koşusuna öyle upuzun
Bu koşu bir ışık dalı salkım saçak
Peşinde tiril tiril kelimeler
Gökçe şiir
Türkçenin avlusunda

Günübirlik kederli akış
Leyla'nın ayaklarında
Kıyısına vurdukça çocuk ölüleri
Seyhan yüzüme tutulmuş fenerdi
Kendimi görürdüm
Her yağmur damlasında

Çok düşündüm Leyla'yı
Güzelliğini evini koruyan
Çok düşündüm kanamasını bahçenin
Eteklerini indirişini ağaçların yazı görünce
Çocuksuz Mecnun'u çok düşündüm
Pencerelerde bekleyişini Leyla'nın


İstanbul, 1992

27 Mart 2009 Cuma

BARLA’DA BAHAR


Barla’da bir kişi
Kalbinin
Kainatla konuştuğunu fark etti
Balık bülbül ve gül
Koroda ilahi söylerken
O susmadı
“Yaz kardeşim,”

Tabiattan kağıta
Işık seli halinde
“Haşir Bahsi”
Bastı yüreği
Ses titredi

Eğridir gölünde bir tekneyle
Balıkların zamanından geçiyor
Kandilinden geçiyor bülbüllerin ve güllerin
Kalbin
Mirac’ından dönüyor
“Bak Allah’ın rahmet eserlerine
Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor.”

Zikri nedir balıkların
Fikri nedir biliyor
Bülbüller de güller de aynı zikirdeler
Ve bin yıl önceki balıklarla
Bülbüllerle güllerle
“İşte bunu yapan
Ölüleri diriltendir
Onun gücü herşeye yeter.”

Yirmi yedi baharında
Barla’da diriliş gününde
Kainat
Yüzündeki güzel isimleri
Seyrediyor
Kur’an aynasında
“Bir köy muhtarsız olmaz.
Bir iğne ustasız olmaz sahipsiz olamaz.
Bir harf kâtipsiz olamaz biliyorsun
Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam
Şu memleket hâkimsiz olur.."

Yamaçtaki çam ağaçları
Birbirine benziyorlar
Ve bin yıl önceki çam ağaçlarına

Bahçe
Aynı baharı yansıtıyor içinde
Bin yıl önceki baharla

Yürekleri sesleri aynı
Görünüşleri farklı çiçeklerde
Kuşlarda ve balıklarda nurunu
Seyrediyor Kur’an
“Ve bu kadar çok servet

—ki her saatte
bir şimendifer gaipten gelir gibi
kıymettar musannâ mallarla dolu gelir,
burada dökülüyor, gidiyor—
Nasıl sahipsiz olur”

Kur’an’ın yaydığı ışık
Ve aydınlığı kainatın
Aynı kaynaktan
Kalbindeki nurla aynı


Barla, 2004

İSLAM, ŞİİR VE ŞAİR


Şiir, dilin doğuşuyla beraber yazıdan önce ortaya çıkmış bir edebiyat türüdür. Kendine ait dili, müzikalitesi, estetik bir etkileme gücü vardır. Eflatun, şiiri tanımlarken "büyülü söz" ifadesini kullanmıştır. Bizde de şiir için "sihr-i helal", yani "helal büyü" tabiri kullanılır. Büyü dinimizde haramdır, ama şiirin büyüsü başkadır. Şiirin öyle bir cazibesi vardır ki, insanın aklını başından alır, başka bir áleme götürür.

Montaigne diyor ki: "Nasıl ki mıknatıs bir iğneyi kendine çekmekle kalmaz; onu da mıknatıslayıp başka iğneleri çekme gücü verir. Tiyatrolarda daha açıkça görülür ki şairi öfkeye, yasa, kine kaptıran, dilediği yerde kendinden geçiren o kutsal ilham gücü şairin aracılığıyla oyuncuya, oyuncudan da bütün bir halka geçer. Birbirine asılan mıknatıslı iğneler dizisi gibi."

* * *

Şiir kelimesi dilimize Arapça'dan geçmiştir. "Şuur" kelimesiyle aynı köktendir. Manası, "fehm-i idrak", yani, "anlama, bilme" demektir. Ölçülü, biçimli ifadeler bütünüdür. Şu halde şiirin, bilgi elde etme vasıtalarından biri olması gerekir. Yani şiir, sezgi vasıtasıyla elde edilen bilgi çeşididir.

Bergson sezgiyi şöyle tarif eder: "Sezgi, bizi bir varlığın, dışımızdaki bir objenin içine sürükleyen zihni sempatidir. Böylece, içimizdeki şuurla dışımızdaki eşya aynılaşmış olur. Sezgi, şuurla eşya arasındaki farkı ortadan kaldırır. Ancak, şuurla eşyanın birleşmesinde eşyanın hususiyetleri ortadan kalkmaz. Benliğimiz bir an için eşyanın karakterine sığınarak onu olduğu gibi tanır. Bu bir nevi mistisizme ulaşmaktır." Nitekim, Necip Fazıl da "Şiir Allah'ı arama sanatıdır" demiştir.

"Şiirde bilgi olmaz, fikir olmaz, mana aranmaz, sadece bir duygudan ibarettir" anlayışı, şiir kelimesinin manasını bilmemek demektir. Bizde genel olarak düşünce geleneğimiz zayıf olduğundan, şiirlerimizde düşünce unsuru azdır. Ancak, dünyadaki büyük şairlerin şiirlerinde düşünce var, felsefe var. Şiirde daima iki unsur önemlidir: His ve fikir. Şiir, düşüncenin duygulaştırılması, duygunun da düşünceleştirilmesi şeklinde kıvama erer.

Kur'an-ı Kerim'in şairlere nasıl baktığına gelince; Şuara Suresi'nde, "Şairlere gelince, onlara da yoldan sapmışlar uyarlar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyi söylediklerini görmez misin? Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler neye, nasıl dönüşeceklerini yakında görecekler (224, 225, 226,227)" denilmektedir.

Müşrikler, Kur'an'ın gayb áleminden verdiği haberleri şeytanların ilhamı, nazmını da şiir olarak telakki ediyor, dolayısıyla Hz. Peygamber'e "káhin" ve "şair" diyorlardı. İşte bu ayetler, onların bu tür asılsız iddialarını reddetmek için inmiştir. Ayette görüldüğü gibi şiir ve şairler, mutlak olarak yerilmemiştir.

Aksine, şiirin iyisine ve güzeline insanları teşvik vardır. Kur'an her vadide dolaşan, iyi-kötü, eğri-doğru her konuya girerek toplumu etkilemeye çalışan ve sözleriyle fiilleri birbirini tutmayan şairleri makbul saymamış, onların peşinden sapkınların gittiğini vurgulamıştır. İman eden, yararlı işler gören, yüce Allah'ı çok anan, zulüm ve haksızlıklar karşısında şiirleriyle mücadele veren, hakkı savunan şairleri ise istisna tutmuştur.

Hazreti Peygamber'in ashabı içerisinde O'nun beğenisini kazanmış, takdirine mazhar olmuş birçok şairler vardı. Bunların başında Hasan Bin Sabit gelmekteydi. Şiirleriyle müşrikleri hicvederdi. Onun hakkında Hz. Peygamber, "Sen şiir irşad ederken bil ki Cebrail de seninle beraberdir" buyurmuştur.

* * *

Şiirin sosyal ve kültürel hayatımızda büyük bir önemi vardır. Şiirde elbette mecaz, kinaye, teşbih olacaktır. Ancak şiir sadece "sanat için sanat" değil, topluma yön verecek, tarihi şuur aşılayacak, haksızlığa karşı direnme gücü oluşturacak mesajları da ihtiva etmelidir. Arif Nihat Asya'nın dediği gibi:

"Beytiz, satırız, kinayeyiz, teşbihiz
Yollarda bu gün şiir, yarın tarihiz
Takip ederiz adım adım kafileyi
Şaşmaz kaderin elinde bir tespihiz."


Şairin bir özgürlük alanı vardır. O alan, insanın içinin, sezgilerinin, deneyimlerinin, hayallerinin ve duygularının alanıdır. Hiçbir şekilde müdahale kabul etmez. Şairler ve ozanlar da içlerinden, duygularından ve hayal güçlerinden fışkıranı yazar, söylerler. İslam, insan aklına ve düşüncesine özgürlük alanı açtığı gibi, şairin dünyasına da sonsuz bir ufuk açmıştır. Yeter ki Kur'an'ın yerdiği türden bir şiir olmasın.

Sonsuzluluğun eseri olan káinat bir şiirse, onu okuyan, yorumlayan zekáların arasından şairi çıkarıp atmak mümkün müdür?

Mehmet Nuri YILMAZ
Hürriyet, 22 Aralık, 2006

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5658416&tarih=2006-12-22

TOROS’UN KALBİ

Bir dağ tohumu taş sandım
Patladı patlayacak bu başımı
Toros’un bir deniz telaşıyla
Çarpan kalbi karşısında
Muhteşem gürültülü öpüşüyor
Sesimde ateşle barut

Dudağı sessiz sedasız
Sarkık duruyor gecenin
Sisli belleğimdeki anılarda
Ne kadar uzağında olabilir acının
Ölü vakitlere yaktığım ağıtlar

Yazın alev almış çığlığı
Büyük yayla bahçelerinden
Uzuyor şiirlerine gençliğimin
Yüzümün eşsiz esmerliğinden
Bilinçaltı suyu geçiyor

1980, Bürücek

ÇÖL KAPISI

Taş köprüdür şiir
Kalplerini bağladı ırmakla çölün
Aşk ise çöl kapısı
Mecnun'un durmadan dövdüğü
Leyla'nın açtığı

Başım
Göğsüne düşünce Seyhan'ın
Ter boşandı alnımdan
Güneşe uluyarak
Bakışınca bir çıplak tohumla
Anladım
Mecnun benim
Titredim
Sesimi gizleyerek Leyla'dan
Çölün yüreğiyle baktım
Mecnunun fersiz gözleriyle
Kurumuş çiçeklerle sessizce
Kederli bekleyişi bahçenin
Leyla'nın çocukluğunda
Mahzeninde belleğimin

Hayat ve ölüm yüklü Seyhan'a
Hayranım
Leyla'nın koşusuna öyle upuzun
Bu koşu bir ışık dalı salkım saçak
Peşinde tiril tiril kelimeler
Gökçe şiir
Türkçenin avlusunda

Günübirlik kederli akış
Leyla'nın ayaklarında
Kıyısına vurdukça çocuk ölüleri
Seyhan yüzüme tutulmuş fenerdi
Kendimi görürdüm
Her yağmur damlasında

Çok düşündüm Leyla'yı
Güzelliğini evini koruyan
Çok düşündüm kanamasını bahçenin
Eteklerini indirişini ağaçların yazı görünce
Çocuksuz Mecnun'u çok düşündüm
Pencerelerde bekleyişini Leyla'nın


İstanbul, 1992

YAZMAYI SEÇMEK

Yazarlığığı meslek olarak seçmenin, yazardan yazara değişen ilginç bir hikayesi vardır. Topluma verilmesi gereken bir mesajın olması ve bunun yazar adayında yaptığı baskı, en yaygın dile getirilen gerekçedir; ‘yazmasam, ölecektim..' diyerek anlatılmaya başlanır genellikle. Yazarlığı seçmede çevrenin sıcak, hoş ilgisi de etkilidir; edebiyata ilgileri canlı bir çevrede yazmaya başlamak, doğrusu bir yazar için büyük şanstır. 

Ne var ki yeteneğe güvenmenin yazarlığı seçmede en doğru gerekçe olduğunu düşünmüşümdür hep; fark edilir derecede iyi ifade gücümün oluşu, kalemi zekice, çevik ve cesur kullanmam, doğrusu benim yazarlığı seçmemde etkili oldu. Sezai Karakoç,‘yetenek'in ilahi genel izin olduğunu belirtir. Çalışarak özel izin da alınacaktır.

1982 Nobel ödülünün sahibi ünlü romancı Gabriel Garcia Marquez, yazar olma kararı verdiği anı, çarpıcı bir şekilde anlatır. “1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.” İşte bu Marquez'in yazarlığı seçme hikayesi benimkine çok benziyor..

1977 yılıydı.. Bir yıl önce hizmet vermeye başlayan ‘Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi'nin zengin kütüphanesinden istediğim kitabı alabiliyordum. Bir hafta içinde okuyup kitabı teslim etmem gerekiyordu ama ben hep vaktinden önce değişiyordum kitabı, istediğim kitabı alma özgürlüğünü sürdürebilmek için. Adana İmam Hatip Lisesi ortaokul bölümünün son sınıfı öğrencisiydim ve hummalı bir okuma dönemiydi benim için o yıllar.
Çevremin etkisiyle Nazım Hikmet'in şiir kitaplarını okuyordum. Bir gün, öğle tatilinde, yemek için verilen bir saatlik arada, sınıfta oturmuş, Nazım Hikmet'in şiir kitabını okumaya başladım. ‘Kara Kaplı Kitap' şiirine gelmişti sıra. Başlığını okudum, irkildim, ilk dizesinden itibaren başladım sarsılmaya: ‘Yaldızlı meşin kabı / Parçalanmış kitabı / Ay altında dün gece / Deli bir derviş gibi / Mumu sönmüş rahlesi yere devrilmiş gibi / Okudum saatlerce' diye başlıyordu şiir..

Nazım Hikmet, bu şiirde peygamberler tarihini ironik bir dille anlatır. İnançsızlık, medeniyetine, toplumuna ne kadar yabancılaştırır sanatçıyı, bu şiirle anladım. Alçaklığı yakından ve bütün çıplaklığıyla görmekten sarsıldım. İğrenerek birkaç köz okudum. Onyedi yaşında bir Müslüman genç olarak beni Nazım Hikmet bu şiiriyle fena üzdü. İmam Hatip Lisesi öğrencisi olmanın anlamını artık daha iyi kavrıyordum: Şiirin ortalarında ‘Yaldızlı meşin kabı / Parçalanmış kitabı / Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya / Attım kör bir kuyuya' diyordu  ve şair, bu dizeleriyle, William Ewart Gladstone'nin ağzıyla konuşuyordu. 93 Harbi yıllarında İngiliz Başbakanı William Ewart Gladstone, Lordlar Kamerası'nda elinde Kur'an'ı kaldırmış, “Bu Kur'an Müslümanların elinde durdukça biz Türkleri yenmiş sayılmayız!” diye haykırmıştı çünkü. Anti emperyalist bilinen bir şairin ruhunu nasıl emperyalizme sattığını gösteriyordu bu şiir. O yaşta bağımsızlıkla din ve medeniyet arasındaki ilişkiyi kavramıştım birden.

Nazım Hikmet'in ‘Kara Kaplı Kitap' şiirini okuyunca, tıpkı Gabriel Garcia Marquez gibi,Lanet Olsun!' diye mırıldandım kendi kendime. “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun!” dedim ve şair olmaya karar verdim. Aynı tepkiyi vermiş olmak, hala şaşırtır beni. Marquez'in romanlarını daha farklı bir duyarlılıkla okudum.
12 Eylül askeri müdahalesine götüren süreçte, ülke genelinde terör yükselişteydi; sağ ve sol kutuplara ayrılan gençlik kanlı bir kavganın içine çekilmişti. Oyunu görmüştüm; darbe ortamı hazırlanıyordu. Çağımla, dünya güçleriyle, yerli işbirlikçilerle ve düzenle edebiyat üzerinden hesaplaşacaktım.

Okul arkadaşlarımdan Mustafa İnan, Mahmut İnan, Zeynel Coşkun o sırada sınıfa girdiler. Onlara şiiri göstermedim. ‘Şair olmaya karar verdim.' dedim yalnızca. Ne kadar ciddi ve kararlı olduğumu görüyorlardı.. Bir şeye bozulduğumu da anlamışlardı. Yunus Emre, Mehmet Akif, Necip Fazıl olmak ne kadar büyük bir onurdu. Arkadaşlarım şaşkınlık içinde ama sevinçle beni tebrik ettiler; tek tek kucaklaştım. Kantine gittik, çay ikram ettiler bana. Onları da kitap okumaya teşvik ettim sürekli.. Onlar da yazdığım her şiiri sıcak bir ilgiyle karşılayarak, edebiyat uğraşıma destek oldular.

Bu kararı verdikten sonra, aynı yıl, 1977'de okulda açılan hikaye yarışmasında birinci oldum. Müdürümüz, Nuri Pakdil'in Kahraman Maraş Lisesi'nde sınıf arkadaşı olan Mehmet Sait Kırmacı, ödül olarak beni Edebiyat dergisine abone yaptı. Müdürü, her hafta odasında ziyaret eder, kültür, sanat ve edebiyat üzerine sohbet ederdim. O sohbetler, benim ufkumu açtı, yolumu aydınlattı. Adana'daki başka Edebiyat dergisi okurlarıyla da tanıştım zamanla.. ‘Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi'ne daha düzenli, daha bilinçli gitmeye başladım. Mavera, Yönelişler dergilerine de abone oldum. Adana'daki sanat - edebiyat çevrelerini tanıdım.. 

Şair olma kararı verdikten sonra, 1981 yılına kadar, dört yıl boyunca, düzenli bir şekilde edebiyat dergileri ve kitaplar okudum. Şair olma kararı benim okumalarımı disiplinli hale getirdi, notlar alarak kitapları daha etkin okuyordum artık ve yazı hayatımı verimli kılıyordu bu.

Şair adayı olarak çok şanslı olduğumu söylemeliyim. Mavera yazarlarından Cahit Zarifoğlu'yla yazışmaya başladım. Ağabeyi Sait Zarifoğlu, Orman İşletmeleri Bölge Müdürü'ydü.  Müdürümüz Mehmet Sait Kırmacı ve tanışma şerefine nail olduğum Sait Zarifoğlu, benimle yakından ilgilendiler. Çok samimi arkadaştılar ve günlük görüşüyorlardı. Haftalık ziyaretlerde, okuduğum kitaplar üzerine sohbet ediyorduk, onlara şiirlerimi gösteriyor, değerlendirmelerini alıyordum.

Yazma kararı, bilinç, seçim, yaratıcılık ve idealizm gerektirir. Yazma eylemi, değerini başlangıcında edilen niyetten alır. Yazmak, hakikate ve özgürlüğe hizmettir. Yazmak, mümkün olan en büyük okuyucu topluluğu oluşturma amacı güttüğünden vahdete hizmettir, aynı zamanda...

http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/935610-yazmayi-secmek

MAVERA KERVANI

Barış çetrefil Kardeşlik güller şehridir Kitaba bakılır her adımda Mühürlü haber tartılır kuşlarla çiçeklerle Sarı sessizlikten muşt...